Sayfalar

11 Aralık 2012 Salı

Sıradışı Düşünme Eğitimi


     Akıl, beyin, zihin, zeka, düşünce gibi kavramların ne oldukları hangi çerçevede değerlendirilmeleri gerektiği daha net olarak belirlenemedi. Bu nedenle de her gün karşımıza farklı bir araştırma çıkabiliyor. Herkesin bildiği bir şey var ki insana dayalı keşifler her zaman soyuttur. Soyut olan her kavram da tartışmaya açıktır. Ve hiçbir zaman soyutun sınırları yoktur.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Kayra Ferdi İnkişaf Merkezi


Sonunda Mega Matematik eğitimci eğitimlerimi de tamamladım ve evime döndüm. İki gün dinlendim ve bugün itibariyle de kendi çapımda mesaime başladım. Hatta hayatımda yeni bir döneme başladım da denebilir.  En son 2007-2008 yılları arasında bu kadar yoğun bir o kadar verimli bir dönem geçirmiştim. 
Telefonlar gelmeye başladı artık “Tamam kurslara gidiyorsun, bir şeyler oluyor, yoğun bir çalışma içerisindesin ama içerik ne anlat biraz artık bize”  diye.  Aslında ben tanıtım için  tam anlamıyla merkezin açılmasını bekliyordum  ama gelen tepkilerden anladığım kadarıyla bu konuda  biraz acele etmem gerekiyor.
İş tam anlamıyla sistemleşmeden burada da yazmak istememiştim aslında fakat biraz bilgi versem hiç fena olmayacak sanırım.

4 Eylül 2012 Salı

1 Ya da 0


İnsan beyni bir boyutu algılamak için ikinci bir boyuta ihtiyaç duyar. Büyük ya da küçük. Çünkü kıyasla çalışır. 1 ya da 0. Var ya da yok.
 Fakat ortaya üçüncü bir boyut seçeneği çıkarsa kafa karışır. Büyükten küçük, küçükten büyük. Biz buna kısaca orta diyoruz. Orta, sıradanlıktır aslında. Sıradanlık, sıkıcıdır kimi zaman. “Arayış” sıradanlığın katilidir aynı zamanda. Farklılık, eski kafalı dünya da yeniden doğuş.

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Karanlığa Melodi Mırıldanmak

1.5 aylık yoğun bir tempodan sonra sonunda evimizdeyiz. Gelmeden önce bir ara kendimi “  Kimse bana dokunmasa, bir şey istemese ve birileri kayraya baksa, ben de birkaç gün uyuyabilsem, belki dinlenirim. Okumaktan yazmaktan falan artık vazgeçtim, sadece hareket etmeden uyusam. Bunun adı sanırım tatil. Keşke tatile çıkabilsem. Ama dur bir dakika, ben şu anda zaten tatildeyim. Bu işte bir yanlışlık var ama neyse. Sanırım ben Baküye gidince dinlenicem” diye uzayıp giden ve içinden çıkılamaz bir hal alan düşüncelerin ortasında yakaladım. Bu bir buçuk ay kesinlikle Kayra’nın tatiliydi ve bence güzel bir tatil geçirdi. Şahsen onun yerinde olmak isterdim.

31 Temmuz 2012 Salı

Kelime Molası

http://www.deyyan.com/?p=801

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Ruhsuz Robot

15 Mayıs 2012 Salı

camdan esaret

13 Mayıs 2012 Pazar

Geciken Mektup

23 Nisan 2012 Pazartesi

Yaşamın Altı Tutarsa

19 Nisan 2012 Perşembe

İçi Geçmişler

14 Nisan 2012 Cumartesi

Kadın Gibi Erkek

5 Nisan 2012 Perşembe

Hayata Bir Ters Bir Düz

31 Mart 2012 Cumartesi

Patron Kim

Okumak için sayfamızaaa
http://www.deyyan.com/?p=607

27 Mart 2012 Salı

Melekten Rehber

23 Mart 2012 Cuma

Kim Bilir?

20 Mart 2012 Salı

Od Çerşembesi

Artık kendi sayfamdayım.
http://www.deyyan.com/?p=549

17 Mart 2012 Cumartesi

Veda

Kendimi bildim bileli yazmayı severim. Hatta ilk hayâli kahramanlarım defterim ve kalemlerim oldu. İlkokulda hayatımın ilk günlüğüne  “Sevgili günlüğüm, bugün okulda ki kompozisyon yarışmasında birinci oldum. Öğretmen bana bir kalem hediye etti, hem de silgili. Şimdi sana bu kalemle yazıyorum. Yoksa kıskandın mı? Kıskanma seni de seviyorum ama kalemim de çok güzel, hem de silgili”  diye yazmışım. Benim için ne kadar değerli ve kırılgandı onlar. Bir yandan defterimin üzülebileceğini düşünüyor diğer taraftan da kalemimin sevincini paylaşmaya çalışıyordum. O kadar canlıydılar ki benim için. Onlar  arkadaşımdı.

Baküye geldiğimizde çalışma hayatına mecburi mola vermiştim. Aradaki enerji farkını eğitimle kapatmak istedim. Kayra doğana kadar da bir çok alanda kısa süreli eğitimler aldım, yeteneklerimi sınadım, enerjimi değerlendirdim, beynimin tembelleşmesini engelledim, farklı insanlar tanıdım, kendime çok şey kattım. Kayra doğduktan sonra ise farklı bir rolle yepyeni bir hayata başladım. Dışarıda daha dingin, içeride derin ve karmaşık.

Ben kadınların,  kendilerini silmeden anne olmaları taraftarıyım. Hayatlarının bir köşesinde mutlaka beslenme kanalı bırakmak zorunda olduklarını düşünüyorum.
 Bebek anne karnında ve hatta ilk altı ay dışarıdan direkt olarak beslenemiyor, besin ve kan akışı anneden geliyor. Kadın bebeğinin iyi beslenmesi ve sağlıklı olması için kendine bakmak zorunda. İşte bu mantık hayatta da geçerli. Aynı şekilde kadın yaşamda da beslenme kanalını açık tutmalı ki çocuğunu sağlıklı büyütebilsin.

Ben de bu mantıkla evde ne yapabileceğimi düşünürken Hakan yazabileceğimi söyledi. Diğer taraftan da devamlı anne çocuk bloglarını geziyordum. Ben de böyle bir blog açabilirim ve Kayrayla ilgili öğrendiklerimi aktarabilirim diye düşündüm. Böylece kendime ait kelimelerimi insanlarla paylaşabileceğim bir alan yaratmış oldum. Kayrayla birlikte dünyaya küçük bir pencere açmış oldum. Bu ara sıra benim nefes almamı da kolaylaştırdı.

Satırlar kimi zaman bunaldığımda kaçtığım bir köşe oldu, kimi zaman mutluluğumu paylaştığım bir dost. Kafamı karıştıran konulara, düşündüren kavramları, öğrendiğim bilgileri, kızgınlıklarımı kelimelerimle paylaşmayı sevdim.

Ben çoğu zaman bloğuma evimin bir köşesi gözüyle baktım. Bu mantıkla anlatmam gerekirse de şu anda bulunduğumuz dairede  (www.deyyan.blogspot.com) misafirdik bugüne kadar. Blogger bizi güzel ağırladı. Çok büyük problemler yaşamadık fakat  hayalimde hep kendi evime (sayfama) geçmek vardı. Hatta bu ortaokul liseden gelen bir hayaldi desem yalan olmaz. Ara sıra adımın internet adreslerine bakardım hepsi de alınmıştı. Ümidimi kaybettiğim bir nokta da Hakan sürpriz yaparak istediğim evi (kendi adıma internet adresi) satın aldı.

Günlerce hatta bir aya yakın bir süre mobilyasına ( sayfa tasarımına) baktım. En sonunda yine ilk tasarımın bizi ifade ettiğine karar verdim ve aynısını buldum, aldım. Yerleştirdim. Sonra eşyaları ( yazıları ve fotoğrafları) taşıdım, tek tek düzenlemeye çalıştım. Daha önce bu işi yapmadığım için bazen küçük problemler benim günlerimi aldı. Araştırdım, denedim, yardım istedim ve sonunda hallettim.

Arkadaşlarıma gösterdim “Bir şey değişmemiş ki sen ne için uğraştın” dediler. Önce moralim bozuldu. Aylardır ince ince uğraştığım çabam görünmüyordu. Sonra fark ettim ki hayatta sarf edilen her çaba değişim için değil, kimi zaman var olanı korumak içindir. Bunu fark etmeyen nice kişi “çalışıyorum, olmuyor” diye elindekini bırakıp, bulunduğu konumdan çok daha geriye gitmiştir. O anda gülümsedim “Eğer bir fark yoksa şimdilik başarmışım demektir”.

Kendi kendime hedef koydum; “Bloğumun giriş sayısı 20.000 olduktan sonra taşınmak istiyorum” dedim ve dün bu sayıya ulaştık. Artık sizi yeni evime davet edebilirim. Adres www.deyyan.com .Yeni taşındığımız için ve çocuklu olduğumuz için ufak tefek eksiklerimiz olabilir yavaş yavaş halledeceğiz inşallah.

Yazmak benim hayattan beslenme kanallarımdan bir tanesi. Teknoloji sayesinde bunları paylaşabiliyorum ve muhafaza edebiliyorum. İlerde ben olsam da olmasam da Kayra bunları okuyacak ve kendi hakkında, bizim hakkımızda ve hayat hakkında birçok şey öğrenecek. Ona bırakabileceğimiz miras ancak bu kelimelerdir.



15 Mart 2012 Perşembe

Nahif Kültür

Anneannemin meşhur bir sandığı vardı. Hayatımda belki de en merak ettiğim şeydi o sandığın içindekiler ama hiçbir zaman öğrenemedim. Misafir geldiğinde sessizce yatak odasına gider, kapıyı kapatırdı.

Dikkatle dinlerdim kapıyı. Tık tık iki dil sesi, arkasından ince bir gıcırtı ve sandık açılır. Tak diye duvara yaslanır. Sonra haşur huşur poşet sesleri arasından bir şeyler çekiştirilir. Tekrar ince bir gıcırtı, tak kapak kapandı ve yeniden tık tık iki dil sesi. İşte en önemli kısım burada başlıyordu. O anahtarın gizli yerine yerleşme sesi. Ama nedense o andan itibaren ses kesilirdi. Bir türlü o anahtarın yerini bulamamıştım. Kâh bulsam da ondan izinsiz açamazdım ama belli de olmazdı. Beklide içimdeki merak, şeytanı dürter ve deneyebilirdim ama bu benim sonum olurdu. Annem ve dedem de dahil olmak üzere evlendiğinden itibaren o sandığın içini kimse görmemişti. O onun gelin sandığıydı. Öldükten sonra da görmek kısmet olmadı belki de hafızamdaki büyülü sandığın bozulmaması gerekiyordur. Belki de benim hayalimde o sandığı her seferinde ayrı ayrı doldurup boşaltmam gerekiyordur.

O odadan çıkmadan hemen kaçardım.. Elinde bir iki mendil veya poşetle gelirdi. Bu insanların evlerinde her zaman hediye köşeleri olurdu. Düne kadar nedense ben hayatın bu ayrıntısını rafa kaldırdığımı fark etmedim. Halbuki bir sürü hediyeler aldım, utandım, içimden gelse de vermeyi beceremediğim zamanlar oldu. Yani bu kelime hayatımda hep günceldi ama hediye kutusunu yine de atladım. Ta ki yaşam koçlarımdan birisi hediye çekmecesini açıp kareli küçük bir elbezi uzatana kadar. Orda kilitlendiğim hediyeden çok çekmece kavramıydı. Hissettiğim ise eli boş gitmenin verdiği utanmışlık.

Hediyeleşme kültürü modern zaman içerisinde özel günlere has görünse de öyle değil. Bu sanılandan daha naif bir kültür. Gidilen eve eli boş gidilmez, evine gelen misafir eli boş gönderilmez.Hele çocuklar asla ihmal edilmez. Bu demek oluyor ki her zaman hazırda: yaşa, cinsiyete ve uygun konuma göre hediyelerin olmalı.

Çoğu insan hediyenin mahiyetini ve fiyatını kendisine verilen değerle bir tutar. İşte bu görgüsüzlükten ve kültür eksikliğinden kaynaklanan bir düşünce yapısıdır.
Hediye alanı da vereni de eğiten bir kavramdır. Vereni bencillik konusunda eğitir. Çünkü vermek ilkel insan için çokta kolay bir davranış değildir. İnsan almayı sever. “Ben” kelimesini, “benim” kelimesini sever. Bir eli paketi uzatırken diğeri kaşınır. Karşılığını bekler, ya da ödemesi gereken bedelin ne olduğunu merak eder.

Oysa bu ne güzel bir terbiyedir. Alanın eğitimi ise kendini özel hissetme ve mutluluk duygusuyla başlar. Bunun bir silsile olduğunu fark etmesiyle devam eder. Zaman gelir onun da bir hediye köşesi olur.

Azerbaycan da bu hediyeleşme ciddi bir konudur ve bu adet özenle uygulanır. Özellikle de paketleri ve çantaları, ayrı satılır ve ücretlendirilir. Bu gerçekten ilginç bir ayrıntıdır. Küçük kadife yüzük, kolye kutuları bile ayrıca satın alınır. İlk zamanlar insanlara bu garip gelir. “ O kadar para verip bir şey satın alıyorum çantasına ve paketine de ayrı mı para vereceğim” diye düşünülür. Dikkat edilirse paketler, çantalar çeşitli ve biraz da maliyetlidir. Burada hediyeleşme çok fazla olduğu için doğal olarak sektör kendi içerisinde yeni bir alan doğurmuştur. Bu da çoğu insan için ciddi bir gelir kapısıdır. Hediyenizi sıradan bir poşete koymazsınız. Özel olarak gider onlarca kağıt çanta arasından bir tane seçer ve satın alırsınız. Bu hareket birazcık gösteriş koksa da, olumlu düşünülüp hediyeye gösterilen özen, olarak algılanabilir.

Kişiye özel hediye almak tabiî ki güzeldir ama özel günler dışında oldukça zaman alan bir şeydir. Özelliklede kişinin zevki değişkense veya tam bilinemiyorsa bu iş eziyete dönüşür. Bunun yerine “Anneannem sistemi” gördükçe alıp biriktirmek hem zaman açısından hem ekonomik açıdan daha avantajlı görünüyor. Ayrıca beklenmedik bir zamanda verilen hediye çok daha eğlenceli oluyor.

  Bu konuda başarılı insanları takdir etmeyi bir kenara bırakıp ciddi bir öz eleştiri yapmak lazım. Hediye alan konumundan, veren konumuna geçmek lazım. Şimdilik sandık dolduramasam da belki güzel küçük bir kutu edinebilirim.

14 Mart 2012 Çarşamba

Ruhsuz Cümleler

İnsanda bulunan sekiz çeşit zekâdan bir tanesi dil zekâsıdır. Bazı insanlar diğerlerine göre yabancı dil yapılarını daha kolay kavrarlar ve hafızayla da bunu destekleyerek daha kısa sürede  öğrenebilirler. Bazı insanlar ise farklı teknikler kullanarak ve düzenli çalışarak öğrenirler.
Bir de bunların dışında; Azerbaycan halkı gibi çift dil kullanan toplumların genetik dil yatkınlıkları vardır.

Dil öğrenmede önemli olan o kadar çok unsur var ki. Yaş, öğrenme şekli, öğretenin sistemi, hafıza, dili kullanma miktarı, bu etkenlerden sadece bir kaçı. Bunun yanında öğrencinin dili nerede kullanacağı  çok önemli. Konuşma, okuma, yazışma, tercüme, resmi işler, turizm gibi dilin kullanıldığı bir çok farklı alan var. Eğer, öğrenme amacı ve dilin nerede kullanılacağı ilk olarak belirlenirse, o yönde ağırlıklı eğitim almak daha verimli bir dil öğrenimi sağlar.

Azerbaycana geldiğimizde Rus dili’nin bu kadar yaygın olarak kullanıldığını görünce, bunun bir fırsat olabileceğini düşündüm. Hiç vakit kaybetmeden daha ilk ayda bir hoca buldum ve derslere başladım. Yanlış eğitim sistemi, kötü bir hocayla birleşince ilk girişimim pek başarılı olmadı. Sonrasında yakınlarda bir dil kursu buldum ve oraya başladım. İşin içine girdikçe bu dilin tahminimden çok daha derin ve zor olduğunu gördüm. Diğer yandan da Rus diline aşık oldum.

Gramer yapısı, ses yapısı, telaffuzu çok farklıydı. Bu noktada, belirli bir yaştan sonra bu dilde sınırlı ilerleme kaydedilebileceğini anladım ama yine de çok sevdiğim için pes etmedim. En büyük hayalim ve bu dili öğrenme amacım Rus edebiyatını kendi dilinde okuyabilmekti. Bir gün, bir taksi şoförü bana, Rusçayı orta seviyede öğrenmek için en az üç yılın gerekli olduğunu söylemişti. O zaman bu çok da inandırıcı gelmemişti.

Büyük bir özveri ve çaba sonucunda uzun bir süre elimden geleni yaptım ve kendimce bir noktaya ulaştım fakat, bu noktada anladım ki Rus edebiyatını kendi dilinde okumak çok büyük bir hayal. Bunun nedenlerinden biri de Rusçanın da kendi içerisinde evrim geçirmesi.

Dil yaşayan bir kavram ve zamanla çok büyük değişimler gösteriyor. Bu değişim en güzel sözlüklerden anlaşılıyor. Eski kitaplarda geçen kelimeler yeni sözlüklerde bulunmuyor. Zaman içerisinde editörler orijinal metindeki kelimeleri yine kendi dilinde yenileri ile değiştiriyor.


 Rus dili gibi çok zengin dillerin tercümesi ve çevirisi de bir hayli özen istiyor. Tercüme başlı başına bir sanattır. Değerini görmemiş sanatlardan bir tanesi. Bir dildeki kelimenin karşılığı diğerinde olmayabilir. Zaten dilin zenginliği de kelime kapasitesiyle ve ifade zenginliği ile doğru orantılıdır. Rusça da bir kelime ile ifade edilen bir hareketi Türkçeye çevirirken tasvire girmek zorunda kalabilirsiniz. Çünkü o konumun kelime karşılığı, kelime olarak bu dilde yoktur ve siz çevirirken açıklama yapmak zorunda kalırsınız.

Bir ara elime Dostoyevski’nin Suç ve Ceza isimli kitabını aldım. Okuyorum ama biliyorum ki Rusçası bu kadar soğuk ve donuk değil. Orijinal eserde duyguların ne kadar derin ve tasvirlerin ne kadar canlı olduğunu tahmin edebiliyorum. Çevirinin kötü olması, romanın tam aksine karışık bir anlam vermiş ve tasvirler bir o kadar sıkıcı hale gelmiş. Kitap yarım bırakmak hiç huyum olmamasına rağmen 60. sayfada çevirinin bu kadar kötü olmasına dayanamadım ve kitabı bıraktım.

Keşke her kitabı kendi dilinde okumak gibi bir yeteneğe sahip olsaydık ama şimdilik bu imkânsız. İşte çevirinin önemi bu noktada devreye giriyor. Eğer eseri okurken cümleler kendi dilindeki ruhu size yansıtabiliyorsa o güzel bir çeviridir. Kötü bir çevirinin bedeli iyi bir yazara mâl edilmemeli.


9 Mart 2012 Cuma

Çiçekli Kadınlar

 Bugün dünya kadınlar günüydü. Oldukça ironik sayılabilecek bir gün aslında. Dün asansörde bir kadının bayramınız kutlu olsun demesiyle bir an gözümün önüne 8 mart 1857 de Amerikada olaylar sonucu ölen işçi kadınlar geldi. Anılası mı, kutlanası mı bilemedim pek. Biz aynı şeyi türkülerde de yaşarız ya . Recebim gibi, dom dom kurşunu gibi hüzünlü hikâyesi olan türkülerle eğlenebiliriz. Toplumlar da bir süre sonra benimsediği alışkanlığın kökenini irdelemiyor, tıpkı insan gibi.

Azerbaycanda Kadınlar günü önemlidir. Bir hafta öncesinden mağazalarda indirimler başlar. Çünkü bizdeki sevgililer günü veya anneler günü gibi, piyasayı oldukça hareketlendiren ticari günlerden biridir aynı zamanda. Herkes etrafındaki kadınlara hediyeler alır. Şirketler bayan elemanlarına çiçekler, paketler dağıtır. Özellikle bu gün de sokakta elinde çiçeği olmadan yürüyen kadın çok azdır.

Ayrıca çalışan kadınların bugüne özel en sevdikleri şeylerden birisi tatildir. Bu sanırım bir kadını özel hissettirebilecek önemli uygulamalardan bir tanesi.
Alışveriş yaptıktan sonra iyi günler derken bayramınızı da kutlarlar. Yani siz unutsanız bile bu gün Azerbaycanda her şey size kadın olduğunuzu ve özel olduğunuzu hatırlatır.

Bu güne bu kadar önem verilmesi toplumun kadına verdiği değerin yüksek olmasından mı kaynaklanıyor, yoksa geleneklere sahip çıkan bir toplum olmasından mı bilemiyorum. İşin ticari boyunun yüksek olması da önemli bir etken sayılabilir. Yada kadınların kendi günlerine güçlü bir şekilde sahip çıkmaları. Bu ülke de bu günün neden bu kadar coşkulu kutlandığını bilemiyorum ama her bir kadının kendini kısa süreliğine de olsa özel hissettiği kesin.

Ben inanıyorum ki eğer her  kadın sahip olduğu gücün farkında olsaydı ve bunu kullanabilseydi dünya bugün bambaşka bir yer olurdu.  Tabi ki farkında olan ve bunu çok güzel değerlendiren kadınlar var ama genele bakıldığında yeterli değil.

Kadının ekonomik özgürlüğünü elde etmesi güçlü olduğu veya ayakta durabildiği anlamına gelmiyor. Nice kadınlar var maaşını alır almaz eşinin eline verip hakkından feragat eden. Tabiî ki ekonomik özgürlük güce giden yolda büyük bir etken fakat tek başına yeterli değil. En önemlisi özgüven,cesaret ve farkındalık.

Kadınlar performanslarının çok önemli bir kısmını gereksiz konularda sarf ediyorlar. Daha üretken daha aktif ve yaratıcı olabileceği halde yanlış enerji sarfiyatı nedeniyle ilerleyemiyorlar. Kadın güzel olmalı, bakımlı olmalı, temiz olmalı ama bunlarla birlikte akıllı olmalı. Üretmeli, çalışmalı, bir şeyleri değiştirmek için elinden geldiğince çaba sarf etmeli. Deterjan, kozmetik ve giyim markalarını bildiği kadar hayata dair başka şeyleri de bilmeli. 

Kadın insan yetiştirir. Bir insan yetiştirmek çoğu konuda uzmanlık gerektirir. Bunun için de ciddi boyutta enerji harcamak lazım. Sadece bilgi, kültür alanında değil yaşama sanatında da dolu olmalıdır.

Kadın güzel, bakımlı, akıllı, kültürlü, çalışkan, görgülü, kibar, iradeli ve güçlü olmalı. Bu kadının genlerinde ve yaratılışında var zaten. Sadece bazen duygusallığının yan etkileri nedeniyle olumsuzluklardan çabuk etkilenebiliyor. Toparlanması uzun sürebiliyor.

Ben kadınların toplumda daha güçlü olabileceklerini düşünüyorum yeter ki birbirilerine çelme takmaktan vazgeçip desteklemeye başlasınlar.   

3 Mart 2012 Cumartesi

Duyguların Ruhu

Hülya teyzesinden sürpriz :)
“Sevgi” bugün mutfak tezgahımın köşesindeki menekşeye benziyor. Suyunu, ışığını ve ilgisini tam almış ve nerden yaprak vereceğini şaşırmış menekşeye.Duyguların ruhu sihirlidir.

Bugün Kayra’nın diş buğdayını yaptık. Bir nevi diş partisi. Benim için  özel bir gündü. Sabah çok sevdiğim biri aradı nasılsın diye sordu, "bugün bayram sabahı gibi hissediyorum" dedim. Güldü, anlam veremedi keyfime. Ama tabi ki anlamı bir yerlerde gizli.

Bir önceki sabah gün ışıyana kadar mutfaktaydım. Büyük bir keyifle yemekler, pastalar hazırladım.
Mutluydum, çünkü o an, benim mutluluk tanımıma uyuyordu. Sevdiğim bir amaç için, sevdiğim bir işi yapıyordum ve sevdiğim insan yanımda bana eşlik ediyordu. Budan daha büyük keyif olabilir miydi?

Sabah erkenden kalktım büyük bir heyecanla oğlumun masasını hazırladım. Gittim geldim kontrol ettim. Babasının her birimiz için birer tane aldığı laleleri yerleştirdim. Albüm için fotoğraflarını çektim. 

Fadime teyzesinden diş buğdayı
Ben bugün: özel bir gününü çok sevdiğin ve seni seven insanlarla paylaşmanın hazzını yaşadım. İnsanların birbirleri için ne kadar ince emek harcadığını gördüm. Teşekkür etmenin çok yetersiz kaldığı o an da kaldım. İnsanın ne kadar  düşünceli, saygılı, özverili, samimi olabileceğini gördüm. Kaliteli insana giden yolun buralardan geçtiğini anladım.


Bir insanın oturupta birilerini nasıl daha çok mutlu edebileceğini düşünmesi, fikir bulup bunun için çaba sarf etmesi, emek harcaması ne kadar değerli bir şey. Ya da o anda insana kolay ve basit gelen bir davranışın karşısındakini beklenenden daha fazla mutlu etmesi ne kadar özel.


Yurt dışında yaşamak demek annenizin, babanızın, kardeşinizin, çok uzaklarda olması demek. Acil bir şey olsa en erken gelebilecekleri tarihin iki gün sonra olması demek. Sevinçlerin özel günlerin buruk ve eksik yaşanması demek.İşte  bu nedenle de yurt dışındaki dostlukların, ilişkilerin, arkadaşlıkların içinde hep, biraz anne biraz baba, biraz kardeş tozu vardır. Yurt dışında ilişkiler farklıdır. Sevgi farklıdır. Paylaşmanın kelime anlamı farklıdır.

Kayra doğmadan önce hayal ettiğim şey  etrafında onu seven, değerli, kültürlü, özel insanlardan bir çember oluşturmaktı. Onların enerjisiyle büyüsün, insanlık stajını böyle bir topluluk içerisinde yapsın, sevgiyi, saygıyı, insana özeni dinleyerek değil izleyerek öğrensin diledim. Annelerin dilekleri kabul olurmuş. Bugün bir kere daha gördüm ki benimki de olmuş.

Oğluşkiyi sevgiyle besleyen, büyümesini bizimle izleyen, mutluluklarımızı paylaşan güzel insanlara çok teşekkür ederiz. Dilerim bütün bebekler sevgi,sağlık ve beslenme konusunda şanslı olsunlar…  

Annelerin dileği kabul olurmuş…

1 Mart 2012 Perşembe

Gerçeğin Ayracı

Geleceği merak ettiğim kadar geçmişi  hayal etmeyi de seviyorum. Tarihi romanları okurken olduğum yere ayraç koyup, anlatılan sahneyi, insanları, mekânları kendi imzam ile yeniden dizayn  ediyorum. Sonra sessizce kendi kapımdan romanın içine giriyorum.

Karşıma öyle mekanlar çıkıyor ki bedeniyle, karakteriyle ruhuyla yaşıyorlar. Öyle insanlar çıkıyor ki, dönüp kendime bakıyorum ben neyim diye.

Buyur ediyorlar beni meclislerine. Utana sıkıla ilişiyorum bir kenara, nefes almaya korkarak. Onlar konuşuyor ben dinliyorum, onlar yazıyor ben okuyorum, onlar yaşıyor ben izliyorum.
Teker teker inceliyorum tepeden tırnağa. Oturmalarını, kalkmalarını, yemek yemelerini, yürüyüşlerini, selamlaşmalarını, muhabbetlerini, her titreyişlerini kaydediyorum aklımın bir köşesine. Onları görünce anlıyorum, aklımda boş köşeden çok ne var.

Maddenin her hareketinde bir anlam var. Sesin her kelimeyi kapışında bir ahenk. Kelimeler anlamlarıyla, sesler kelimelerle dans ediyor. Birbirleriyle selamlaşmalarında bile, bir ansiklopedilik kültür var.

Bazen takılıyorum bir kahramanın peşine. Belli ki kafasında bir şeyler tasarlıyor. Adımları düşünceleri ile senkronize ilerliyor. Ara sokaklardan geçiyoruz, binaların  ruhları gözüme görünüyor. Durup incelemek, anlamak istiyorum bu yansıyan nedir diye ama zamanım yok duramam. Kahramanım dans adımlarıyla sessiz sakin ilerliyor. Ben de peşinden yalpalayarak.

Derken güzel bir meclisin içinde buluyoruz kendimizi. Selamlaşmayı işitince hafızamdaki “selam” kelimesi bendeki anlamını yitiriyor ve yeniden kaydedilmek üzere siliniyor.
Bir iki kelime ile bütün iyi dilekler ve dualar nasıl bu kadar içten ve samimi iletilebilir şaşıp kalıyorum. Keramet kelimelerde mi yoksa ona anlam iliştirip gönderen kalpte mi çözemiyorum.

Sonra sohbet başlıyor. Hitabet nedir, hatip kimdir işte orada anlıyorum. Yine anlıyorum ki ben bugüne kadar hiç konuşmamışım, konuşamamışım. Birbirlerine hitap şekilleri, konuyu ifade şekilleri, ses tonlamaları, bilgileri, zekâları beni kendimden geçiriyor.

Tam  da “buradan hiç ayrılmak istemiyorum” derken kitabın ayracı sayfaların arasından kayıp düşüyor ve her şey bir anda gözümün önünden siliniyor. Hemen apar topar sayfayı yeniden buluyorum, ayracı koyuyorum ama nafile. Onları zamanın içerisinde kaybediyorum.
Karşımdaki aynada yüzümü fark ediyorum, ağlamaklıyım.

Etrafıma bakıyorum. Herkes her gün nefes alıyor, konuşuyor, yürüyor, sohbet ediyor ama yok o sahneyi bulamıyorum. Binaların ruhlarını göremiyorum. Hayatın içini doldurarak, anlamını vererek yaşama çevireni  arıyorum, bulamıyorum. Kendim de yapamıyorum.

Nefeste başa dönmek istiyorum, olmaz diyorlar dönemezsin. En başa dönüp her şeyi yeniden doğrusuyla, tadıyla öğrenmek istiyorum yapamıyorum. Hiçliğimi, boşluğumu ve karanlıkta savruluşumu hissediyorum.

 Çaresizce tekrar kitabı aralıyorum, ayracı da diğer elime alıyorum, ola ki onları tekrar görebilirsem zamanı hemen durdurabileyim diye. Biliyorum ki beynim gerçekle hayâli ayırt edemiyor. Belki de ben hayalden gerçeğe dönmek için çabalıyorum kim bilir?

23 Şubat 2012 Perşembe

Arşivdeki İnsanlık

Kaç kişi maddi ve manevi karşılık beklemeden bir şeyler yapabilecek kadar güçlüdür. Acaba bunu yapmak güçle mi alakalıdır? Bir bakıma da güçle alakalıdır. Kendisi, yaşamayı göze alacak kadar güçlü olmayan, başkası için hiçbir şey yapamaz.

Her nefes alan yaşamaz.

 Asıl köken insanlıktan geçer. Yaratılışta bu program mevcuttur insanda. “Hiçbir karşılık beklemeden iyilik yap” programı. Zaman içerisinde bir çok gereksiz sebepten ötürü arşive kaldırılır.  Bu nedenle herkesin içinden derinlerde bir yerlerde “keşke bende yardım etsem” düşüncesi geçer ama uygulamaya geçemeden söner. Bu düşünce baskı yapmaya başlarsa da gerekli bahaneler bulunur. Bu bahaneler muhafız olarak düşünceleri götürür tekrar arşive kaldırır.

Kayra artık büyüyor. Bu nedenle de son günlerde, gelişimi ve aktiviteleri için araştırmalarım yoğunlaştı. Bu konularda en güzel bilgileri anne bloglarından alabiliyorum. Son bir yıla kadar Türkiye de bu kadar çok anne bloğu olduğunu gerçekten bilmiyordum. İnceledikçe kadınlara hayran olmamak ve saygı duymamak içten değil.

Sayfaları dolaştıkça birbirinden farklı sosyal sorumluluk projeleriyle karşılaşıyorum.
İnsanlar hiç tanımadıkları, görmedikleri ve beklide hayatları boyunca görmeyecekleri insanlar için bir şeyler yapmaya çalışıyor. Çok büyük şeyler de başarıyorlar.

 Nedense yardım çoğu zaman parayla eşdeğer algılanır. Hatta bir fakire üç beş kuruş vermek vicdanın tozunu alır. Çoğu kişiye göre “yardım” zenginden fakire doğru akan bir kelime olmuş. Yardım almak küçülten, vermek büyüten olmuş. Bu anlayış da insanı eriten ateş olmuş.

Halbuki büyükler bilir ki bu tam tersidir. Yardım ve iyilik birilerini yukarı çıkarmaz, diğerlerini aşağı indirir.
İyiliği alan, verene yardım eder. İnsan olduğunu hatırlatır, ağırlığını alır, ona iyi biri olma sıfatını verir. Hatta bazen yardım isteyen biri, insanlık sınavının sorusudur. Kişi bu soruya doğru cevap verirse insanlıktan geçer.

Maddi manevi karşılık beklemeden iyilik yapmak aslında çok da kolay bir şey değildir. İnsanda kibir denen bir virüs vardır. Bu virüs tam da bu sıralarda ortaya çıkar. El, vermek için uzanınca kibir işe koyulur.
 “Sana teşekkür etmeli, sen büyüksün,güçlüsün,zenginsin,iyi birisin, sana minnettar olmalı, herkes duymalı iyilik yaptığını, insanlar seni övmeli, aferin demeli….” diye başlar dırdıra.  Kimileri bu sesleri duymaz, kimi bir kısmını duyar, kimi ise kendini kaptırır gider ve sonunda ağzından şöyle bir cümle düşüverir yere “ Bu kadar iyilik yaptım bir teşekkür mü ettin sanki, Sen ne anlarsın iyilikten ” . Bu cümlenin kırıkları vereninde alanında canını yakar.

Kimi yerde ilik ihtiyacı olan genç ve güzel bir annenin kampanyası, kimi yerde van için örgü kampanyası, başka yerde çocuklar için kitap, oyuncak, kıyafet kampanyaları. Bunların dışında anneler araştırıp buldukları bilgileri, aktiviteleri, oyunlarını, beğendiği kitapları paylaşıyorlar. Ben bir çok şeyi bu annelerden öğreniyorum. Bilgiyi karşılıksız paylaşmak kadar büyük bir iyilik ve yardım olabilir mi şu dünyada. Her şeyin temeli bilgiden ve eğitimden geçiyor.

Her insanın yaşarken hayatını yerleştirdiği bir duvar kağıdı var. Bu kağıt ne kadar beyaz, temiz ve parlak olursa üzerindeki yaşamın renkleri de bir o kadar canlı ve güzel görünür.  Yok eğer zemin koyu renkliyse, hatta siyahsa işte o zaman yaşanan güzel de olsa görüntüsü koyu olur. Sayfa yaşamın renklerini yutar.

Bakmak, görmek ve algılamak birbirinden ayrı ama aynı zamanda birbirine bağlı kavramlar. Yaşananlara nerden baktığın, ne gördüğün ve ne sandığın çok önemli. Yardım ederken kullanıldığını veya kandırıldığını düşünen kişi kandırılır. Karşılıksız iyilik yapana enayi gözüyle bakan kişi hiçbir zaman onun mertebesine ulaşamaz.

Karşılık beklemeden, kendi kendine kibirlenmeden, karşıdakini zayıf görmeden iyilik yapabilmek insanlık ister. Ne mutlu ki dünyada da çok İNSAN var. Onların gücü diğerlerini de temizler.

17 Şubat 2012 Cuma

Sadece Kadınlara

Bugün gözlerimi kapattım ve hayal defterimden bir sayfa açtım. Karşıma  meslek hayallerinden bir çıktı. Meslek: Sadece kadınlar için kariyer danışmanlığı. Özellikle de kafası çalışan, enerjik, yetenekli, azimli, sabırlı ve çalışkan kadınlar için. “Bütün bu özelliklere sahip bir kadının danışmana neden ihtiyacı olsun ki, zaten iyi bir kariyer yapabilir” diye düşünülebilir ama işin iç yüzü öyle değil. Özgüven, teknoloji uyumu, sosyolojik baskı gibi eksik olan parçalar var.

Beni en çok etkileyen ve aynı zamanda da üzen şeylerden birisi, potansiyeli yüksek kadınların çalışamamasıdır. Ekonomik özgürlüklerini kazanamamalarıyla birlikte, içlerindeki enerjinin ve yaratıcılığın zamanla sönmesi de büyük kayıp.

   İnanılmaz el becerilerine sahip ve yaratıcı olan o kadar çok kadın var ki. Dikiş dikeni, resim yapanı, seramikle uğraşanı, yemek pişireni, takı tasarlayanı, çocuğu için oyuncak üreteni, pasta yapanı, kafası ticarete yatkın olanı, doğuştan pazarlama yeteneğine sahip olanı, daha neler neler. Biraz imkân  verildiğinde  ve yol gösterildiğinde ortaya nelerin çıkabileceğinin de bir çok örneği var.

Bu kadınların başarılı olamamalarının birkaç tane nedeni var. Bunlardan en önemlisi özgüven problemi. Kaderini kabullenmişlik, bulunduğu konuma teslimiyet, “bu saatten sonra olmaz” anlayışı, “elalem ne der” endişesi. Yani kabuğunu kıramama, başarısız olduğunda ayakta duramama korkusu. Yetiştirilme zamanları ve şekilleri düşünüldüğünde bu korku ve endişelerde haksız da değiller tabi.

Diğer bir etken ise erkekler. Eşler, çocuklar, kardeşler, babalar. Ben seni korurum, ben sana bakarım, ben eşimi çalıştırmam anlayışı. Kiminde ise benden daha başarılı olursa veya daha çok para kazanırsa korkusu.  Bu anlayış ve korkunun erkeklerin eğitim ve kültür seviyesi ile çoğu zaman pek de ilgisi yok. Daha çok toplumsal hipnotizeyle ilgili gereksiz bir alışkanlık.

Üçüncü etken ise zamana ve teknolojiye uyumla ilgili.  Erkek beyninde, mekaniği ve teknolojiyi algılama bölümü kadına göre daha hızlı çalışır. Bu nedenle erkekler bu tür konuları bir miktar daha hızlı anlarlar.  Tabi bu  kadının anlamadığı ya da yavaş anladığı anlamına gelmez. Artık zamanla insanın genetiği değişiyor ve bizden sonra gelen nesilde kadınlar teknoloji algılama da aynı hıza erişiyorlar. Bunu anlamak için küçük kız ve erkek çocukların oyunlarına dikkat etmek yeterli. Önceden bilgisayarlar telefonlar veya elektronik oyuncaklar kız çocuklarının dikkatini çekmezken, şu anda en az erkek çocuklar kadar hızlı kavrıyorlar.

  Bu dönemde artık sosyal yaşam, tüketim, iletişim, hemen hemen herşey teknolojiye bağlı. İnsanlar evden çıkmadan her işlerini hallediyor hatta gayet iyi miktarlarda paralar da  kazanabiliyorlar.

İşte bu noktada kadınlar ayrılıyor. Kimileri biraz destekle bu dünyanın içerisine çok rahat girip bu dili öğrenebiliyorlar. Kimileri ise yakınından bile geçmiyor.  

Aslında internet,  düşündüğüm kadınlar için çok güzel bir fırsat. Aldığım üç aylık dış ticaret eğitimi sonunda online pazar araştırması hakkında biraz fikir sahibi olmuştum. Çok ilginç, basit ve yüksek miktarlarda, ürün alım talepleri ile karşılaşmıştım. Örneğin takılar, anahtarlıklar, çantalar, şallar. Yine bu eğitim sırasında inanması zor kariyer hikâyeleri duymuştum.

İşte onları duydukça da fırsat yakalayamayan yetenekli kadınların neler yapabileceğini hayal ederdim.

 İşte bir tarafta bu fırsatlar hakkında bilgisi olan ve planlama, pazarlama yeteneğine sahip iş kadınları var, diğer tarafta da sistemden anlamayan ama yetenekli ve çalışkan kadınlar var.
Bu iki grubun birleşmesinden kim bilir ne büyük iş hikâyeleri, kariyer öyküleri, sosyal sorumluluk projeleri doğar.

Ben sadece kendim için hayal kurmam. Başkaları için kurduğum hayallerden birisi de “Özel kadınlar için kariyer danışmanlığı” adında bir meslekti. Bu kadınlara yeteneklerine göre sistemli bir yol çizmek sanıldığı kadar da zor değil. Doğru konularda eğitim almış birkaç kişinin birleşmesi ve izlenecek doğru strateji ile bu kadınların oturduğu yerden çalışarak para kazanmaları aslında çok kolay.

Kadınların kariyer hikâyeleri beni hep çok etkilemiştir. İnanıyorum ki biraz azim, biraz kararlılıkla her insanın verimli olabileceği, üretebileceği, özgürlüğünü ve saygınlığını kazanabileceği  bir alan vardır. Çok küçük ve basit görünen şeyler dünyada en çok kullanılan ve gelir getiren işlerdir.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Canım Oğlum

Canım oğlum

 Bir yıl önce bugün(15 Şubat) ilk defa sesini duydum. O anda kalbimde bir ürperti oldu ama nedenini anlayamadım. Meğerse bize bebek suretinde bir melek göndermişler. Bizi büyütsün, yetiştirsin, hayatı öğretsin diye.

Şu bir yılı düşündüğümde görüyorum ki öyle de oldu. Ne çok şey öğrendik hayat hakkında. Hatta bugüne kadar bildiğimiz çoğu şeyi silip yeniden öğrendiğimiz bile oldu.
Sendeki bu öğretme çabası, bizdeki bu öğrenci şaşkınlığıyla başlarda epey zorlandık ama neyse ki yavaş yavaş toparladık. Anladık ki her zaman biliyorum diyen öğretmezmiş, asıl hayatı bilmeyenden öğrenmek lazımmış.

 Anne kelimesinin içi çok genişmiş bebeğim. Yarısını annem doldururken, diğer yarısını sen doldurdun. Ama ben bu kelimenin içinde kayboldum.

Doğduğun gün yüzüne bakıp “Acaba dünyada bundan daha güzel bir bebek var mı?” dedim, güldüler bana. Meğerse her anne dermiş bunu.

Geçen sene bu güne kadar kar yağmadı Baküde ve ben hep “kar oğlumla birlikte gelecek” dedim. Senin doğduğun gün ilk kar geldi. Her yer temizlendi.

Baban seni doğduktan birkaç saat sonra görebildi ancak ve sen ilk defa gözlerini ona açtın, gülümsedin ve tekrar uykuya daldın. O anda anladım ki sizin de aranızda benim anlayamayacağım özel bir bağ var.

Sonraki günlerde de evde babanı aradığımızda  onu senin yatağının başında bulurduk. Sen uyurken yatağın ucuna oturur, yüzünü avuçlarının arasına alır ve saatlerce seni seyrederdi. En çok onun omzunda uyumayı severdin. Sen uyanma diye saatlerce kımıldamadan otururdu. Seni sessizce severdi.

Bir yıl boyunca her sabah farklı bir güne uyandık. O kadar hızlı büyüdün ki bazı sabahlar seni elimize aldığımızda şaşkınlıkla birbirimize bakardık, bir gece de bu kadar fark edebilir mi diye. Her gün hayatımızda farklı bir ilkti. Başlarda yazamaya çalıştım ama baktım ki ilklerin sonu yok, baş edemedim ve pes ettim. Büyümeni izlemek hala olağanüstü bir deneyim bizim için.

Bugün senin ilk doğum günündü. Sabah her günden farklı uyandın. Kesinlikle bugünün farkındaydın. İnanılmaz neşeli ve mutluydun. Gülücükler, alkışlar hatta  kahkahalar içinde başladık güne. Seni yere koyduğumda ilk defa yardım almadan, kendi kendine emeklemeye başladın. Şaşkınlık içerisinde kapının kenarında dondum kaldım. Daha önce babanla birlikte (sadece onunla yapıyordun nedense) bir iki adım atıyordun ama kendi kendine ve bu kadar uzun mesafe emekleyemiyordun. Bu gece de senin birden büyüdüğün gecelerden biri olmuştu sanki.
Kalabalıkta hiç konuşmazdın, bugün her yerde kendi kendine sesler çıkarıp kahkahalar atıp el çırpıyordun. Çok mutlu bir gün geçirdin bebeğim ve biz şaşkınlık içerisinde seni izledik.

Senden aldığım en büyük derslerden birisi de gelecekle ilgili planlar yapmak yerine olduğun anı fark etmek ve tadına varmaktı. Artık hayatla ilgili planlarımız sadece bir adım sonrasına. Bu nedenle de  gelecekte seninle ilgili hayallerimiz ya da planlarımız yok. Zamanı geldiğinde senin kendin için en iyisini yapacağına eminiz.

Sen dünyaya gelişinden itibaren insan olarak bütün özelliklere sahipsin. Biz sadece bu yeteneklerini ortaya çıkarmanda ve dünyaya adapte ederek yaşamanda sana eşlik edebiliriz o kadar.

Kendini, hayatı, dünyayı, insanları ve yaşamı yavaş yavaş keşfedeceksin. Yeri gelecek kötü deneyimlerin olacak çok üzüleceksin, kırılacaksın hatta bazen her şeyin sonunun geldiğini bile düşüneceksin ama yine de hayat devam edecek. Anlayacaksın ki bunlar da senin hayatta daha güçlü durmanı sağlayacak olaylarmış. Kalbinin sesi ve vicdanın sana her zaman yol gösterecek. Kafanı arkaya çevirdiğin her an biz orada olacağız bebeğim.

 Bize  anne ve baba olmayı öğrettiğin için teşekkür ederiz. İyi ki doğdun Kayra ve iyi ki bizim bebeğimiz oldun. Sen bizim hayattaki en büyük şansımızsın canım oğlum.  
Seni çok seviyoruz bebeğim.

10 Şubat 2012 Cuma

Beyindeki Çöplük Kokuyor

Her insanın yılda bir iki kez ruhsal temizlik yapması gerekiyor. Ne yazık ki herkes bu lükse sahip olamıyor.  Şartları, alışkanlıkları, öncelikleri, yaşam tarzı veya önyargıları buna izin vermiyor. Çoğu kişi bu sistemin mantığını anlayamıyor.

Aslında mantık oldukça basit. İnsanlar arabalarına, evlerine, bilgisayarlarına, çantalarına, ayakkabılarına ve buna benzer günlük kullandıkları, duygusal bağ kurdukları nesnelerin bakımına çok özen gösterirler.. Araçlarının bakımı, bilgisayarlarının virüs temizliği, donanım bakımı ihmal edilirse bu araçlar çok enerji harcayarak az iş yapmaya başlarlar. İşte mantık bu. İnsan da belirli sürelerde ruhsal temizlik yapmazsa çok çalışır ama az verim alır.

Hayatın zorlukları, gün içerisinde sürekli maruz kalınan bilinçaltı bombardımanı, stres, üzücü haberler ve toplumsal gerginlik en sağlıklı ve mutlu insanın bile dengesini bozuyor . Bu devirde ve yaşam şartlarında bir insanın bunlardan en az etkilenmesi için ancak kendini baştan programlaması gerekir. Düşünce tarzını, yaşam şeklini, bakış açısını, farkındalıklarını ve gerekirse inanç sistemini yeniden düzenlemesi gerekir. Yalnız bunu sadece  güçlü ve risk alabilen insanlar yapabilir.

Benim bahsettiğim ruhsal temizlik ise her insanın yapması gereken bir işlem. Bu devirde bilgi girişi fazla, duygu değişimi hızlı olduğu için insan bir süre sonra kontrolü kaybediyor. Yaşadığı küçük büyük kötü olayları  unutuyor ve bunun geçip gittiğini sanıyor. Oysa ki yaşanan her bir negatif olay, düşünce, stres insanda bir miktar artık bırakıyor. Bu çöpler bir merkezde biriktiriliyor. Ara sıra toparlanmaz veya temizlenmezlerse bir süre sonra insan fizyolojik olarak etkilenmeye ve hastalanmaya başlıyor. Bu süreç kiminde yıllar alıyor kiminde ise daha kısa zamanda kendini gösteriyor.

Bu temizliğin herkese göre farklı teknikleri olabilir. Bu tekniği insan kendini tanıyarak geliştirir. Ama belirli temel şartları vardır. Bunun için kendisine en az 3, en fazla 15 gün olmak üzere sınırlı ve tamamen özgür  bir zaman ayırması gerekir. Bu zaman aralığı da değişkendir ama ortalama olarak bir insan daha az sürede kendi ruh haline konsantre olamaz ve çok uzun sürede ise hem sıkılır hem de sosyolojik dengesi sarsılır. Bu süre içerisinde tercihen yalnız kalmalı ya da sevdiği  insanlarla birlikte olmalı ama önemli olan  kendisini savunma ve koruma ihtiyacı hissedeceği bir ortamda olmaması. Bunun dışında da negatif unsur içeren hiçbir şeyle uğraşmamalı ve olumsuz, mutsuz insanlardan uzak durmalı. Uzun süre konsantre olabileceği bir şeylerle meşgul olabilir. İnanan insanlar için bu arınma döneminde ibadetin çok etkili olduğu söylenir.

Beyin bir süre, içerisinde bulunduğu yoğunluktan ve baskıdan kurtulduğu zaman bilinç altına ittiği  düşünceleri birer birer ortaya çıkarır. Genelde de bu yüzden bu dönemde çok rüya görülür.

 Bütün bunların yanında da yavaş yavaş  hayatına dışardan bakıp gözden geçirebilir. Kendi muhasebesine göz atabilir, gerekiyorsa kararlar alabilir ve uygulamak için kendini motive edebilir. Genel yaşam felsefesini düşünebilir. Yaşadığı hayatın bu felsefeyle ne kadar bağdaştığını irdeleyebilir. Hatta bu dönemde felsefesi beğendiği  birinin hayatını da okuyabilir, bu da oldukça   motive edici bir yöntemdir.

Son ana kurallardan biri de beslenme. Bu dönemde kesinlikle beslenmeye dikkat edilmeli. Sağlıklı ve hafif beslenilmeli. İnsanın fiziki bakımı ve temizliği ruh haliyle direk bağlantılıdır.

İnsan ruhsal temizlik süresi bitip hayata döndüğünde, daha keyifli, verimli, kendini sağlıklı hisseden, hoşgörülü, enerjik oluyor. Tabi bu etkinin sürekliliği de karaktere bağlı.

Aslında çoğu kişi bilinçsiz bir şekilde bunu yapabiliyor. Adına da güzel bir tatil diyor. İnsan kendine değer vermeyi bilmeli, çünkü kendi kendine lazım.  

6 Şubat 2012 Pazartesi

Elliyi Geçmek Lazım

Ben anladım ki, çocuk eğitimi konusundaki diplomasız uzmanlara  anne diyorlar. Bu kadar araştırmayı okulda yapsaydım kesin derece yapardım. Ama annelikte derece de yok diploma da yok. Görevimiz.

 Çocuk gelişimi fiziksel, ruhsal, sosyal, dil, zeka ve motor gelişimi diye dallara ayrılıyor. Her bir bölümün kendi içerisinde zaman çizelgeleri ve gelişim için aktiviteleri var. Tabi ki zamanı gelince hepsini çocuk yapıyor fakat çocuğun aldığı desteğe göre de bu gelişimin kalitesi artıyor.
 Artık yok öyle “sal sokağa nasılsa büyür” çocukları.  Ya da  “ Bu kadarı da çok fazla, bıktırırsın çocuğu” mantığı oldukça anlamsız ama en cahilce ve yaygın olan düşünce tarzı “Biz böyle mi büyüdük”. Bu cümleye karşı gülümsemekten başka elimden bir şey gelmiyor.

Çocuk gelişimini birazcık araştıran bir iki kitap kurcalayan her insan,  artık bu dönemde  her bilinçli anne babanın gelişim aktiviteleriyle çocuğa destek olduğunu bilir. Yanlış düşünüldüğü gibi bu çaba sadece çocuğun zeka gelişimi için değil, genel ve bütün gelişimi için. Amaç mutlu, huzurlu ve özgüveni yüksek insan yetiştirmek, zeka küpü değil.

  Şu aralar çocuk kitapları ve kitapçılarını araştırıyorum. Ben de çoğu insan gibi bu işin içine girene kadar duymadım tabi bu sektörü ama  çok önemli ve geniş bir sektörmüş. Kitap seçimi konusunda çok dikkatli olmak lazım. Her çocuk kitabı  sanıldığı kadar masum değil.

 Genelde çocuk bir yaşından itibaren ilk kelimesini söyleyebiliyor ve hatta  6 kelimeye kadar söyleyen çocuklar da var. Örneğin 6 kelime söyleyebilen bir çocuk 20 den fazla kelimeyi, söyleyemese de anlayabiliyor.
 Sonraki bir yıl içerisinde yani iki yaşına girene kadar  50-70 arasında kelime kapasitesi oluşuyor ve anladığı kelime sayısı da buna paralel olarak 200 e kadar çıkıyor.
  En az 50 kelimeye sahip olduğu zaman ikili cümleye geçebiliyor. Bu kırılma noktası oluyor ve ondan sonra da çok hızlı ilerliyor.

 Bir diğer açıdan düşünürsek zaten Türk insanı 78.000 kelime kapasiteli dilini, günlük 400 kelime ile konuşuyor. Bu demek oluyor ki bir çocuk iki yaşında günlük ihtiyacı olan kelime sayısının yarısına sahip. Bu onu başarısı mı yoksa az kelimeyle konuşan büyüklerin ayıbımı onu bilemiyorum.

Çocuk dili taklitle öğrenir. Duyduğu sesleri taklit etmeye çalışır arkasından da kelimeleri. Bu nedenle de çocuğun işitsel hafızasına ne kadar çok kelime yükleyebilirseniz, konuşmaya başladıktan sonra kullandığı kelime kapasitesi de bir o kadar fazla olacaktır. Bu yüklemeyi de televizyon yerine kitaplarla yapmak daha güvenli bir seçim. Bunun dışında  birlikte keyifli zaman geçirmek gibi de bir avantajı var.

Bebekler kitaptan, masaldan anlamıyorlar tabi ki, sadece sizin sesinizi dinlemeyi sevdikleri için, sesinizdeki tonlama onlara ilginç geldiği için bazen de kitabın resimleri dikkatini çektiği için dinliyor. Amaç zaten bebeğin masaldan ya da kitaptan ders çıkarması değil onun hafızasına kelime yükleyebilmek.

Eski insanların kelime kapasiteleri gerçekten çok genişmiş. Yaşlıların ezberlerinde bir sürü masal, ninni, şiir, tekerleme varmış. Bu şekilde bilgilerini kültürlerini  çocuklara da aktarırlarmış. Ne yazık ki  artık biz  ne bu kadar kelimeye sahibiz ne de hafızamızda hazır masallar var. Onların doğal olarak hazırladıkları ortamı biz suni olarak oluşturmaya çalışıyoruz. Bu nedenle de masal için kitaplara sarılıyoruz.

Dil gelişiminde bir sürü faktör birbirine bağlı ve gün geçtikçe de farklı dil problemleri ortaya çıkıyor. Çocukların kibar kibar televizyon diliyle konuşmaları her ne kadar anne babaların hoşuna gitse de, bu çok doğru bir şey değil. Çocuk kendi yaşına uygun kelimelerle konuşmuyor ve bu çok önemli bir konu. Konuşma düşünceyle paralel gider. Yaşına uygun konuşmayan çocuğun düşünce yapısı da yaşına uygun olmayabilir. Yaşından büyük düşünen ve konuşan çocuğun sosyolojik gelişiminde problemler oluşur.

Bunun dışında ise çocuklar, yabancı kökenli çizgi filmler sayesinde kendi milliyetine ait olmayan bir dil kültürü alıyor. Zaten dillerin genel kirlenmesinde ve toplumların dillerine yabancılaşmasının temeli bu tür yayınlardan geliyor. Bu sistem aynı şekilde masal kitapları için de geçerli. Her şeyi Türkçeye çevrilse de çoğu zaman masaldaki karakter isimlerinin değiştirilmesine izin verilmiyor. En basit örneği bizim dilimiz yazıldığı gibi okunan bir dil olmasına rağmen yabancı kahramanların isimlerini gördükleri zaman farklı telaffuz ediyorlar. Bütün çocuklar calilou yazısını kayu diye okuyor.

Dil başlı başına bir kültürdür. Bir çocuğun konuşmaya başlaması ise birey olmaya attığı ilk adımdır. Artık duygularını, düşüncelerini, tercihlerini ve isteklerini dilediği gibi ifade edebilecektir. Bununla birlikte de kendini fark edecektir. Dil gelişimi bir çocuğun karakter gelişiminde başroldedir. 

3 Şubat 2012 Cuma

Sınırsız Hayal Defteri

 Eski eşyalarımı karıştırırken küçük defterlerimden birini buldum. Sayfaların arasından, bundan tam on yıl önce, üniversite de katıldığım kişisel gelişim kurslarından birinin notları çıktı. Orada sekiz tane güzel soru sormuşlar ben de tane tane cevaplamışım.

 Sorulardan bir tanesini görünce gülümsedim. “ Böyle giderse 10 yıl sonra nasıl bir hayat yaşıyor olacaksınız?”  “ On yıl sonra sevdiğim bir işi yapacağım, kendi işyerimi kuracağım, beğendiğim bir şehirde yaşayacağım ve tabiî ki sevdiğim insanlarla birlikte olacağım” demişim ama eksik yazmışım, anne olacağım demeyi unutmuşum. Bu listedekilerden sevdiğim işi yapmak dışında hepsini gerçekleştirdim. Eksik konu hakkında da hala çalışıyorum.

Sorulardan bir diğeri ise “Bütün rüyalarınızı gerçekleştirmiş olsaydınız neler hissederdiniz?” di. Cevap olarak  “ Eminim ki hangi yaşta ve konumda olursam olayım her zaman yeni rüya bulup isteyebilirdim. Yaşadığım müddetçe rüyalarım bitmezdi ” yazmışım.

Bunu okuyunca da aklıma kız kardeşimin bir tavsiyesi geldi. Bir sohbet sırasında “Kendine rüya defteri yapabilirsin” demişti. Bir süre sonra şu Hakanın deli olduğu küçük defterlerimden birini çıkardım ve kendime “ Sınırsız Hayal Defteri” yaptım. Teker teker hayallerimi yazmaya başladım. Hakanın “Defterleri hep yarım bırakıyorsun, yazık oluyor ” cümlesini duymamak  için bu defteri doldurmalıyım. Bunun için de çok fazla hayal kurmalıyım.
  
Tabi hayal kurmanın da şartları var. Öyle “İstiyorum” demekle olmuyor. Ya da “Olsa iyi olurdu ama eminim ki olmaz” cümlesi kesinlikle kullanılmamalı. Hayaline konsantre olacaksın. En ince detayına kadar düşüneceksin. Rengini, şeklini, miktarını veya diğer özelliklerini en ince noktasına kadar planlayacaksın. Ne zamana gerçekleşmesini istediğini düşüneceksin. Hadi hayalin ertesi gün gerçek oldu, bakalım hazır mısın buna. Gerçekleştikten sonra hayatında nelerin değişeceğine varana kadar düşüneceksin. “Aslında ben daha fazlasını istiyorum ama o kadar zaten olmaz, ben azına da razıyım” diye düşünmeyeceksin. Buna benzer önemli hayal kuralları vardır.  

 Hayal, olumlama, rüya, aşağı yukarı hepsi aynı kapıya çıkıyor, temeli istemek. Ortak özellikleri ise o anda elinde olmayanı veya yapmaya gücünün yetmeyeceği şeyleri dilemek.

 Duanın diğerlerine göre üstünlüğü, bunları inanılan tanrıdan istemek. Tabi Tanrı kavramı da insanın dinine ve inanç sistemine göre  değişebiliyor ama sonuçta  hayal bir hedefe yönlendiriliyor. Diğer istemek kavramları ise biraz daha ucu açık bırakılmış ve serbest dolaşan dilekler gurubuna giriyor.

 Ben hayal kurmayan ve bunun saçma olduğuna inanan insanlar da gördüm. Hayatın getirdiği gibi yaşayan ve bununla tatmin olan insanlar. Yaşadığı hayatı kabulleniyorlar ve başka türlü bir hayat için şartlarını zorlama gereği duymuyorlar. Bu insanlar oldukça sakin oluyorlar. Çok fazla gelecekle ve umutla uğraşmadıkları için “ Eldeki buysa onu iyi değerlendirmek lazım” mantığıyla yaşıyorlar.

 Hayal kurmak diyince insanın aklına ilk başta maddiyata dayalı hayaller gelir. Para ve buna bağlı mal mülk veya iş. İkinci planda ise eş, çocuk gibi insan faktörleri. Sonra da kategori olarak birey doğrultusunda özelleşirler.

Düşünüyorum on kişiye on tane sınırsız hayal hakkı verilse ve bunları ayrıntıları ile listeleseler, acaba kaç tanesi kendinden önce, tanımadığı ve ihtiyacı olan insanlar için hayal kurabilir. Dua sırasında bu çok yapılır. Kendi listen bittikten sonra "olmayanlara da" diye bir genelleme ile ekleme yaparsın ya hayallerde. Kim gece yattığı zaman bütün ayrıntıları ile büyük bir kimsesiz çocuklar yuvası hayal eder. Lüks binası, pahalı kolejler seviyesinde okulları, beş yıldızlı otel kalitesinde yatakhaneleri ile. Bu on kişinin içinde birkaç tanesinin buna benzer hayaller kuracağına inanıyorum ben.

Olmazsa olmaz hayal şartlarından bir diğeri ise  sınır koymamak ama, diğer taraftan da hayalde de çok müsrif olmamak lazım. Beş yüz odalı bir ev hayal etsen, ne yapacaksın o kadar odayı. Bunun yerine dünyanın dört bir tarafında birer tane hayal etsen, onlara gitmek için bir de uçak eklemek lazım derken, uzar gider bu iş. Bu kadar büyük hayallerin ayrıntıları içinde zaman lazım, Uzun uzun düşünmek, planlamak lazım. Bu sefer de insan hayal kurmaktan sıkılır.

Bu iş  öyle düşünüldüğü kadar basit bir iş değil. Beynin enerjisinin daha sırrı çözülemedi. Bu nedenle de dikkatli olmak, düzgün düşünmek ve düzgün hayal kurmak lazım. Maazallah bugün kurduğumuz hayaller ya ilerde hayatımızı çekilmez hale getiriverirse. 





























30 Ocak 2012 Pazartesi

Üst Bilinçli Yaşamak

Bir ben var benim tanıdığım, eşimin tanıdığı başka bir ben, ailemin tanıdığı birkaç tane daha ve tanımadığım onlarca kişinin hayalinde onlarca ben daha. Benler çoğalınca mı gerçek ben oluyorum yoksa hepsi bana ait farklı parçalar mı? Acaba ben biliyor muyum ki kim olduğumu?

İnsanın kendini tanıması mümkün müdür gerçekten bilemiyorum. Bu bir bakıma, devamlı yuvarlanan bir topta köşe aramaya benziyor. Yine de insan bu çabasından vazgeçmiş değil ve dünyanın sonu gelene kadar da vazgeçmeyecek. İçindeki KORKU isimli duygunun kaynağı da bu bilinmeze ulaşamamak ya zaten. Bu  bir de MERAK duygusuyla birleşince ortaya felsefe çıkıyor işte. Bilimlerin şamar oğlanı. Gelen sataşır giden sataşır ama sonunda da çoğu bir yerinden bulaşır.

Kendime bir sürü farklı pencereden bakıyorum. Kendim gıyabında insana bakıyorum. Psikolojiden, kuantumdan, kişisel gelişimden, dinden, kültürden, sosyolojiden, genden, milliyetten, beslenmeden, fizyolojiden, beden dilinden, bilinçten… O kadar çok değişen etken var ki üzerimde, bütün bunların içinde insan kendinin ne kadarını çözebilir ki?

Lafa gelince; “ ben kendimi tanıyorum, eşimi tanıyorum, ailemi tanıyorum hatta ben insanları iyi tanıyorum”  diyen çoktur. Evet insanlar belirli kriterlere göre sınıflandırılabilir ve gruplara ayrılabilir. Karşıdakinin hangi gruba ait olduğunu fark etmek onu tanımak anlamına gelmez.

Bilinci üç bölüme ayırmışlar. İd (altbenlik), ego (benlik), süperego (üstbenlik). İd: doğuştan gelen, toplumsal kuralları tanımayan (bir bakıma hayvani) dürtüler. Ego: toplumun farkında olan ve kuralsız dürtüleri dengeleyen bilinç. Süperego ise kurallar ve toplumsal değerleri göz önüne alarak  doğru hareket şeklini belirleyen bilinç.

İnsanın her yaptığı hareket bu üç bilinç aşamasıyla ilgilidir. Yapılan hatalar ise bu aşamalardan birinin düzgün işlemediği anlamına gelir.

 İnsanı tanıma, eğitme, yönlendirme ve yönetmeyi meslek edinmiş insanların dışında, kaç kişi kendi hareketlerini buna benzer şekillerde analiz eder ki?

Yapılan hatalarda genelde en kolay olan “suçlama mekanizması” devreye girer, etrafta suçlanmaya en müsait kişi belirlenir ve etiketlenir.  Hele de karşıda “Suçlu benim” psikolojisiyle hayatını sürdüren biri varsa, problemler çok daha kolay halledilir. Bu tür evli çiftler vardır ve çok mutludurlar. Birisi her zaman için kendini suçlu ve sorumlu hisseden bir yapıya sahiptir diğeri de suçlayıcı karaktere ve birbirilerini çok güzel tamamlarlar.
Hatalar karşısında bahane sistemini huy edinmiş insanlar ise her zaman aynaya arka tarafından bakıp, istediklerini görürler.

İnsan birkaç dakikalığına da olsa kendine dışardan bakabilseydi neler görürdü kim bilir? Bir karmaşa ve koşturmaca içerisinde yaşarken neyi neden yaptığını çoğu zaman fark edemiyor. Kaçırdığı şeylerden bir tanesi de, onu şekillendirenin de yine o kargaşa ve koşturmaca ile geçen yaşam olduğu. Bu nedenle de hayata mola verip ellerine baktığında  boş buluyor.

İnsan ne kadar uğraşsa da tamamen kendini tanıyamaz. Sadece ordan burdan birazcık farkındalıkla en azından aynada baktığı kişinin hangi gruba ait olduğunu çözebilir.

“Kendini Bilmek” ile  “Bilinçli Yaşamak”  kardeş sayılır.

28 Ocak 2012 Cumartesi

Pratik Yaşama Sanatı

        Evimize karla geldik, Baküye kar getirdik. Düzenimizi kurmak sandığımdan da zor oluyor. Oğlum kalabalığa, ben de özgürlüğe çok alışmışız anlaşılan. Bu aralar hayatımdaki her şey indirim sepetindeki kıyafetler gibi birbirine girmiş durumda. Neyin ucunu çekince elime ne gelecek pek bilemiyorum. Aynı zaman diliminde yapmam gereken o kadar çok şey var ki.

    Zamanı iyi değerlendiren insanlara gıpta ediyorum. Aynı anda o kadar çok şeyi bir arada yapabiliyorlar ki. Gayet sakin ve keyifli görünüyorlar. Onlar bunu yaşam tarzı haline getiriyorlar. Kendimi düşününce çoğu insana göre çok da kötü  sayılmam ama yine de yapılacak çok şey var.

Bir bebekle yaşamak gerçekten zorlayıcı ama bir o kadar da eğlenceli. Birkaç seçeneğiniz var. Ya tamamen kendinizi ona adayacaksınız, ya onu birilerine bırakıp kendinizi ön plana alacaksınız, ya da birlikte ve dengeli hareket etmeyi öğreneceksiniz. Öyle bir sistem kurulmalı ki hem sizin hem onun yararına olmalı. İşte bu aralar yoğun olarak bu sistemle meşgulüz.

Benim mesleğimin de yan etkileri var tabi. Bunlar bazen gerçekten de komik sahnelere neden olabiliyor. Salonumuzdaki altı kişilik yemek masası benim çalışma masam olmuş durumda. Kitaplar, defterler, dosyalar ve kocaman bir kalemlik. Gelenlerin şaşkın bakışlarını görünce hemen açıklama yapıyorum ” Pratik yaşama sanatı üzerinde çalışıyorum da” Tabi sonra büyük bir kahkaha kopuyor.
Kayranın günlüğü, aktivite defteri, beslenme defteri, benim not defterlerim, eğitim kitapları, okuma kitaplarım sözlükler derken hepsi masanın üzerinde yığılmış durumda.

Bu sistem nasıl kurulmalı diye düşünürken önce ana paçayı yerleştireyim dedim. Tabi ki Kayra. Onun günlük ve haftalık programını yaptım. Ben de kendi programımı onun aralarına sıkıştırdım. Sonra hesapladım ki bana ait zaman sadece onun gündüz iki saat uyuma zamanı ve gece yattıktan sonraki iki saat. Yani benim en iyi ihtimalle toplam 4 saatim oluyor kâğıt üzerinde. Arada da biraz oradan buradan kırparız, bir iki saat az uyuruz derken idare edip gideceğiz artık napalım.

Eskiler bana bakıp gülüyorlar. “Biz kaç tane çocuk yetiştirdik, sen bir tanesiyle kitlenmiş durumdasın” diye. E düşünüyorum benim ek zaman için harcadığım zamanı onlar harcamıyorlarmış ki. Biz çocuk sosyalleşsin diye oyun okuluna götürüyoruz, onlarda bir sürü çocuk var, avluya bıraktın mı hepsi sosyalleşiyor zaten, biz özel oyun hamurları yoğuruyoruz çocuğun el becerileri artsın, ince motorları gelişsin diye, teyzelerim her sabah ekmek yaparlarmış çocuklarda bir köşede parça hamurlarla oynarmış, biz özel yemekler yapıyoruz tuz yok salça yok besin değeri şu olacak diye uğraşıyoruz, onlarda ortaya ne konursa herkes yermiş, biz önüne renkli kağıtlar koyuyoruz yırtsın diye asimetrik becerisi artacak diye onlarda çocuklar arasında kıyamet koparmış benim defterimi yırttı, kitabımı karaladı diye. Bir de üzerine şamarı yer otururlarmış.

Biz eskiden kendiliğinden oluşan uyaranları şu anda suni olarak oluşturmaya çalışıyoruz. Hatta benim çok beğendiğim ve şu anda modern annelerin favorisi olan Montessori eğitimi tamamen ilkel bir eğitim modeli. Aktiviteler, malzemeler, oyuncaklar doğal ve ev usulü. Benim canımı sıkan şey ise eskiden kendiliğinden oluşan bu ortam için şu anda fazladan çaba, zaman ve para harcamak. Çocuk için köye taşınan insanları ilk duyduğumda şaşırıyordum ama şimdi hak vermeye başlıyorum.

Bebeklerde ilk üç yaş dönemine emici zihin zamanı deniyor. Bu da “ Bebek bir şeyden anlamaz, önüne iki oyuncak koyayım gidip işimi yapayım” düşüncesinin pek de iyi olmadığını gösteriyor. Bu dönemde etraflarında gördükleri, duydukları, dokundukları her şeyi sünger gibi emiyorlar ve beyinleri bu doğrultuda gelişiyor. Bunun için çocuğa zorla ve anlamsız bir şeylerle oyalamak yerine, ortamını sağlıklı ve gelişime uygun hale getirmek gerekiyor. Televizyon ise bir bebeğin en büyük düşmanı.Bu nedenle şu anda bizim evde televizyon iptal edildi. Bu bize de inanılmaz zaman kazandırdı ki şu anda zaman benim için altın kıymetinde.

 İndirim sepetindeki parçaları teker teker katlayıp raflarına yerleştirmeye başladık. Alt taraflarda kalan kelimelerime ulaşabildim sonunda. Yavaş yavaş onları da düzenleyip yerlerine yerleştirebilirim artık.
Yazmayı ve paylaşmayı özledim. Kelimeler sabırsız…

18 Ocak 2012 Çarşamba

Uluslararası Kar Temizliği


Neredeyse bir hafta olmuş yazmayalı. Aslında kafamda devamlı yazıyorum, sadece kelimeleri sayfaya taşınmaya bir türlü ikna edemedim. Yazmayı özledim.

Büyük bir hızla tatilimizin son haftasına girdik. Bir tarafımız  babamıza kavuşacağımız için  heyecanlı, diğer tarafımız ise bu sevgi selini bırakacağımız için  üzgün. Kayra ve annesi için  güzel ve verimli bir tatil oldu. Bu arada da  Kayra’nın  birinci yaşının birinci doğum gününü bir ay öncesinden kutladık. Dedelerle anneannelerle babannelerle ilk doğum günü fotoğraflarını çektik. Zaten erken doğum gününün amacı da bu fotoğraf albümüydü. Her yer süslendi, pastalar börekler yapıldı, çiçekler alındı, oğluşki önce mumu üfledi arkasından da ayağını pastaya soktu. Her şey an be an kamerayla kaydedildi tabiî ki. Sadece babamız yoktu. Asıl doğum gününü de  onunla kutlayacağız tabi ki.

Her yer kar. Kayra bir koltukta uyuyor ben de yerden uzanan camın önündeki diğer koltuğa büzülmüşüm, bir elimde sıcak çikolata diğerinde güzel bir kitap. Var mı bundan alâ bir keyif. Her yer bembeyaz, okullar tatil, dışarıda hiç ses yok. Ara sıra annemin camın önüne koyduğu ekmeklere gelen kuşlar sessizliği bozuyor. Annem mutfaktan koşup geliyor ‘ Bak geldiler, bence kaçırma bunu hemen fotoğraflarını çek.’ Annem kuşların sistemini çözmüş, heyecanla bana anlatıyor." Bak ilk önce bu küçük geldi sonra gidip diğerlerine haber verdi ve sonra hepsi birden geldiler. Şimdi onlar yedi gitti, büyükler geldi" Hikayesiyle birlikte kuşlar etkiliyor beni ve kitabı fincanı bir tarafa bırakıyorum, makineye sarılıyorum. Onları korkutmamak içi yerde komando sürünüşüyle cama yaklaşıyorum ve bir iki kare anca yakalayabiliyorum. Kar, kuşlar, ekmek ufakları, fotoğraf makinesi ve ben bir türlü gereken pozisyonu alamıyoruz. En sonunda kıyamıyorum onları rahatsız etmeye ve fotoğraf sevdamdan feragat ediyorum.

Tamam dışarısı bu kadar soğuk ve karlıyken sıcacık evde oturup keyif yapması güzel de hayat devam ediyor. Son haftadayız ve yapılması gereken bir sürü iş var. Küçük kara defterim, arasında bir kalemle ortalarda geziyor. Alınacaklar, hediyeler, yapılması gereken resmi işler, ödemeler. Bu kadar miskin ve keyifliyken bu işler gözüme dağlar kadar büyük görünüyor. Zaman daraldı harekete geçmek lazım, hayat miskinleri sevmez. 


Alıyorum elime fırçayı, donanıyorum kar savaşı takımlarımı ve dört gündür yerinden kımıldamayan arabanın başına. Üzerindeki kar 40 cm olmuş sanırım. Camlarda kalın bir buz kütlesi. Allahtan güneş yardıma geldi. “Hadi sen yumuşat ben temizleyeyim” diyorum kibarca. O da keyfi yettiğince eritiyor sağ olsun. Bir zamanlar kurduğumuz Kanada da yaşama hayalimiz geliyor aklıma ve tam o sırada Hakan arıyor. İlk cümlem ‘ Biz iyi ki Kanada'ya gitmemişiz, kar temizlemek çok zormuş’  Önce biraz duraksıyor sora gülmeye başlıyor. Ben heyecanlı heyecanlı nasıl kar temizlediğimi anlatıyorum, uluslar arası.
Telefonu kapatınca düşünüyorum kendi kedime “An’ı yaşamak ne kadar eğlenceli aslında. Ne öncesi ne sonrası o anda en büyük derdim ve eğlencem kar temizliği, o kadar”

Araba temizleniyor temizlenmesine de buzlu yollar ve Kayra düşündürüyor beni. Tabi bu şartlar altında bizim liste biraz kısalmak zorunda ve acil ihtiyaçlar listesine dönüşmek zorunda kalıyor. Zaman daraldıkça ve hava şartları bizi sabote ettikçe de listede ki satırlar daha da  eksiliyor. Tek derdim internetten sipariş verdiğim kitaplarımın gitmeden elime geçmesi o kadar.

Sakin, dingin, bol kitaplı, okumalı, eğlenceli, karlı bir tatil. Ne tuhaf yaşadığımız yerde sakinliğin içerisinde her zaman bir telaş, hareket, yoğunluk var. Burada ise kalabalığın içerisinde farklı bir sakinlik. Hayatın öyle, tatilin de böyle yaşanması gerekiyor.

Yazmayı özledim.İçim kıpır kıpır.Kelimelerimi biriktirdim. Evimize gidince onları sıraya dizeceğim. Üzerine biraz da aşk tozundan serpip, ikram edeceğim.


Siteden yapılan alıntılar tek koşul altında izin kapsamındadır: Alıntı yapılmadan önce izin alınmalı,alıntı yapıldıktan sonra, sitenin adresi görünür ve okunur tarzda yazılmalıdır. İzinsiz ve kaynak belirtilmeden yapılan alıntılar, özellikle de yazıların başka isimler altında yazılmış gibi gösterilmesi,5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
 
Powered by Blogger