Sayfalar

31 Mart 2012 Cumartesi

Patron Kim

Okumak için sayfamızaaa
http://www.deyyan.com/?p=607

27 Mart 2012 Salı

Melekten Rehber

23 Mart 2012 Cuma

Kim Bilir?

20 Mart 2012 Salı

Od Çerşembesi

Artık kendi sayfamdayım.
http://www.deyyan.com/?p=549

17 Mart 2012 Cumartesi

Veda

Kendimi bildim bileli yazmayı severim. Hatta ilk hayâli kahramanlarım defterim ve kalemlerim oldu. İlkokulda hayatımın ilk günlüğüne  “Sevgili günlüğüm, bugün okulda ki kompozisyon yarışmasında birinci oldum. Öğretmen bana bir kalem hediye etti, hem de silgili. Şimdi sana bu kalemle yazıyorum. Yoksa kıskandın mı? Kıskanma seni de seviyorum ama kalemim de çok güzel, hem de silgili”  diye yazmışım. Benim için ne kadar değerli ve kırılgandı onlar. Bir yandan defterimin üzülebileceğini düşünüyor diğer taraftan da kalemimin sevincini paylaşmaya çalışıyordum. O kadar canlıydılar ki benim için. Onlar  arkadaşımdı.

Baküye geldiğimizde çalışma hayatına mecburi mola vermiştim. Aradaki enerji farkını eğitimle kapatmak istedim. Kayra doğana kadar da bir çok alanda kısa süreli eğitimler aldım, yeteneklerimi sınadım, enerjimi değerlendirdim, beynimin tembelleşmesini engelledim, farklı insanlar tanıdım, kendime çok şey kattım. Kayra doğduktan sonra ise farklı bir rolle yepyeni bir hayata başladım. Dışarıda daha dingin, içeride derin ve karmaşık.

Ben kadınların,  kendilerini silmeden anne olmaları taraftarıyım. Hayatlarının bir köşesinde mutlaka beslenme kanalı bırakmak zorunda olduklarını düşünüyorum.
 Bebek anne karnında ve hatta ilk altı ay dışarıdan direkt olarak beslenemiyor, besin ve kan akışı anneden geliyor. Kadın bebeğinin iyi beslenmesi ve sağlıklı olması için kendine bakmak zorunda. İşte bu mantık hayatta da geçerli. Aynı şekilde kadın yaşamda da beslenme kanalını açık tutmalı ki çocuğunu sağlıklı büyütebilsin.

Ben de bu mantıkla evde ne yapabileceğimi düşünürken Hakan yazabileceğimi söyledi. Diğer taraftan da devamlı anne çocuk bloglarını geziyordum. Ben de böyle bir blog açabilirim ve Kayrayla ilgili öğrendiklerimi aktarabilirim diye düşündüm. Böylece kendime ait kelimelerimi insanlarla paylaşabileceğim bir alan yaratmış oldum. Kayrayla birlikte dünyaya küçük bir pencere açmış oldum. Bu ara sıra benim nefes almamı da kolaylaştırdı.

Satırlar kimi zaman bunaldığımda kaçtığım bir köşe oldu, kimi zaman mutluluğumu paylaştığım bir dost. Kafamı karıştıran konulara, düşündüren kavramları, öğrendiğim bilgileri, kızgınlıklarımı kelimelerimle paylaşmayı sevdim.

Ben çoğu zaman bloğuma evimin bir köşesi gözüyle baktım. Bu mantıkla anlatmam gerekirse de şu anda bulunduğumuz dairede  (www.deyyan.blogspot.com) misafirdik bugüne kadar. Blogger bizi güzel ağırladı. Çok büyük problemler yaşamadık fakat  hayalimde hep kendi evime (sayfama) geçmek vardı. Hatta bu ortaokul liseden gelen bir hayaldi desem yalan olmaz. Ara sıra adımın internet adreslerine bakardım hepsi de alınmıştı. Ümidimi kaybettiğim bir nokta da Hakan sürpriz yaparak istediğim evi (kendi adıma internet adresi) satın aldı.

Günlerce hatta bir aya yakın bir süre mobilyasına ( sayfa tasarımına) baktım. En sonunda yine ilk tasarımın bizi ifade ettiğine karar verdim ve aynısını buldum, aldım. Yerleştirdim. Sonra eşyaları ( yazıları ve fotoğrafları) taşıdım, tek tek düzenlemeye çalıştım. Daha önce bu işi yapmadığım için bazen küçük problemler benim günlerimi aldı. Araştırdım, denedim, yardım istedim ve sonunda hallettim.

Arkadaşlarıma gösterdim “Bir şey değişmemiş ki sen ne için uğraştın” dediler. Önce moralim bozuldu. Aylardır ince ince uğraştığım çabam görünmüyordu. Sonra fark ettim ki hayatta sarf edilen her çaba değişim için değil, kimi zaman var olanı korumak içindir. Bunu fark etmeyen nice kişi “çalışıyorum, olmuyor” diye elindekini bırakıp, bulunduğu konumdan çok daha geriye gitmiştir. O anda gülümsedim “Eğer bir fark yoksa şimdilik başarmışım demektir”.

Kendi kendime hedef koydum; “Bloğumun giriş sayısı 20.000 olduktan sonra taşınmak istiyorum” dedim ve dün bu sayıya ulaştık. Artık sizi yeni evime davet edebilirim. Adres www.deyyan.com .Yeni taşındığımız için ve çocuklu olduğumuz için ufak tefek eksiklerimiz olabilir yavaş yavaş halledeceğiz inşallah.

Yazmak benim hayattan beslenme kanallarımdan bir tanesi. Teknoloji sayesinde bunları paylaşabiliyorum ve muhafaza edebiliyorum. İlerde ben olsam da olmasam da Kayra bunları okuyacak ve kendi hakkında, bizim hakkımızda ve hayat hakkında birçok şey öğrenecek. Ona bırakabileceğimiz miras ancak bu kelimelerdir.



15 Mart 2012 Perşembe

Nahif Kültür

Anneannemin meşhur bir sandığı vardı. Hayatımda belki de en merak ettiğim şeydi o sandığın içindekiler ama hiçbir zaman öğrenemedim. Misafir geldiğinde sessizce yatak odasına gider, kapıyı kapatırdı.

Dikkatle dinlerdim kapıyı. Tık tık iki dil sesi, arkasından ince bir gıcırtı ve sandık açılır. Tak diye duvara yaslanır. Sonra haşur huşur poşet sesleri arasından bir şeyler çekiştirilir. Tekrar ince bir gıcırtı, tak kapak kapandı ve yeniden tık tık iki dil sesi. İşte en önemli kısım burada başlıyordu. O anahtarın gizli yerine yerleşme sesi. Ama nedense o andan itibaren ses kesilirdi. Bir türlü o anahtarın yerini bulamamıştım. Kâh bulsam da ondan izinsiz açamazdım ama belli de olmazdı. Beklide içimdeki merak, şeytanı dürter ve deneyebilirdim ama bu benim sonum olurdu. Annem ve dedem de dahil olmak üzere evlendiğinden itibaren o sandığın içini kimse görmemişti. O onun gelin sandığıydı. Öldükten sonra da görmek kısmet olmadı belki de hafızamdaki büyülü sandığın bozulmaması gerekiyordur. Belki de benim hayalimde o sandığı her seferinde ayrı ayrı doldurup boşaltmam gerekiyordur.

O odadan çıkmadan hemen kaçardım.. Elinde bir iki mendil veya poşetle gelirdi. Bu insanların evlerinde her zaman hediye köşeleri olurdu. Düne kadar nedense ben hayatın bu ayrıntısını rafa kaldırdığımı fark etmedim. Halbuki bir sürü hediyeler aldım, utandım, içimden gelse de vermeyi beceremediğim zamanlar oldu. Yani bu kelime hayatımda hep günceldi ama hediye kutusunu yine de atladım. Ta ki yaşam koçlarımdan birisi hediye çekmecesini açıp kareli küçük bir elbezi uzatana kadar. Orda kilitlendiğim hediyeden çok çekmece kavramıydı. Hissettiğim ise eli boş gitmenin verdiği utanmışlık.

Hediyeleşme kültürü modern zaman içerisinde özel günlere has görünse de öyle değil. Bu sanılandan daha naif bir kültür. Gidilen eve eli boş gidilmez, evine gelen misafir eli boş gönderilmez.Hele çocuklar asla ihmal edilmez. Bu demek oluyor ki her zaman hazırda: yaşa, cinsiyete ve uygun konuma göre hediyelerin olmalı.

Çoğu insan hediyenin mahiyetini ve fiyatını kendisine verilen değerle bir tutar. İşte bu görgüsüzlükten ve kültür eksikliğinden kaynaklanan bir düşünce yapısıdır.
Hediye alanı da vereni de eğiten bir kavramdır. Vereni bencillik konusunda eğitir. Çünkü vermek ilkel insan için çokta kolay bir davranış değildir. İnsan almayı sever. “Ben” kelimesini, “benim” kelimesini sever. Bir eli paketi uzatırken diğeri kaşınır. Karşılığını bekler, ya da ödemesi gereken bedelin ne olduğunu merak eder.

Oysa bu ne güzel bir terbiyedir. Alanın eğitimi ise kendini özel hissetme ve mutluluk duygusuyla başlar. Bunun bir silsile olduğunu fark etmesiyle devam eder. Zaman gelir onun da bir hediye köşesi olur.

Azerbaycan da bu hediyeleşme ciddi bir konudur ve bu adet özenle uygulanır. Özellikle de paketleri ve çantaları, ayrı satılır ve ücretlendirilir. Bu gerçekten ilginç bir ayrıntıdır. Küçük kadife yüzük, kolye kutuları bile ayrıca satın alınır. İlk zamanlar insanlara bu garip gelir. “ O kadar para verip bir şey satın alıyorum çantasına ve paketine de ayrı mı para vereceğim” diye düşünülür. Dikkat edilirse paketler, çantalar çeşitli ve biraz da maliyetlidir. Burada hediyeleşme çok fazla olduğu için doğal olarak sektör kendi içerisinde yeni bir alan doğurmuştur. Bu da çoğu insan için ciddi bir gelir kapısıdır. Hediyenizi sıradan bir poşete koymazsınız. Özel olarak gider onlarca kağıt çanta arasından bir tane seçer ve satın alırsınız. Bu hareket birazcık gösteriş koksa da, olumlu düşünülüp hediyeye gösterilen özen, olarak algılanabilir.

Kişiye özel hediye almak tabiî ki güzeldir ama özel günler dışında oldukça zaman alan bir şeydir. Özelliklede kişinin zevki değişkense veya tam bilinemiyorsa bu iş eziyete dönüşür. Bunun yerine “Anneannem sistemi” gördükçe alıp biriktirmek hem zaman açısından hem ekonomik açıdan daha avantajlı görünüyor. Ayrıca beklenmedik bir zamanda verilen hediye çok daha eğlenceli oluyor.

  Bu konuda başarılı insanları takdir etmeyi bir kenara bırakıp ciddi bir öz eleştiri yapmak lazım. Hediye alan konumundan, veren konumuna geçmek lazım. Şimdilik sandık dolduramasam da belki güzel küçük bir kutu edinebilirim.

14 Mart 2012 Çarşamba

Ruhsuz Cümleler

İnsanda bulunan sekiz çeşit zekâdan bir tanesi dil zekâsıdır. Bazı insanlar diğerlerine göre yabancı dil yapılarını daha kolay kavrarlar ve hafızayla da bunu destekleyerek daha kısa sürede  öğrenebilirler. Bazı insanlar ise farklı teknikler kullanarak ve düzenli çalışarak öğrenirler.
Bir de bunların dışında; Azerbaycan halkı gibi çift dil kullanan toplumların genetik dil yatkınlıkları vardır.

Dil öğrenmede önemli olan o kadar çok unsur var ki. Yaş, öğrenme şekli, öğretenin sistemi, hafıza, dili kullanma miktarı, bu etkenlerden sadece bir kaçı. Bunun yanında öğrencinin dili nerede kullanacağı  çok önemli. Konuşma, okuma, yazışma, tercüme, resmi işler, turizm gibi dilin kullanıldığı bir çok farklı alan var. Eğer, öğrenme amacı ve dilin nerede kullanılacağı ilk olarak belirlenirse, o yönde ağırlıklı eğitim almak daha verimli bir dil öğrenimi sağlar.

Azerbaycana geldiğimizde Rus dili’nin bu kadar yaygın olarak kullanıldığını görünce, bunun bir fırsat olabileceğini düşündüm. Hiç vakit kaybetmeden daha ilk ayda bir hoca buldum ve derslere başladım. Yanlış eğitim sistemi, kötü bir hocayla birleşince ilk girişimim pek başarılı olmadı. Sonrasında yakınlarda bir dil kursu buldum ve oraya başladım. İşin içine girdikçe bu dilin tahminimden çok daha derin ve zor olduğunu gördüm. Diğer yandan da Rus diline aşık oldum.

Gramer yapısı, ses yapısı, telaffuzu çok farklıydı. Bu noktada, belirli bir yaştan sonra bu dilde sınırlı ilerleme kaydedilebileceğini anladım ama yine de çok sevdiğim için pes etmedim. En büyük hayalim ve bu dili öğrenme amacım Rus edebiyatını kendi dilinde okuyabilmekti. Bir gün, bir taksi şoförü bana, Rusçayı orta seviyede öğrenmek için en az üç yılın gerekli olduğunu söylemişti. O zaman bu çok da inandırıcı gelmemişti.

Büyük bir özveri ve çaba sonucunda uzun bir süre elimden geleni yaptım ve kendimce bir noktaya ulaştım fakat, bu noktada anladım ki Rus edebiyatını kendi dilinde okumak çok büyük bir hayal. Bunun nedenlerinden biri de Rusçanın da kendi içerisinde evrim geçirmesi.

Dil yaşayan bir kavram ve zamanla çok büyük değişimler gösteriyor. Bu değişim en güzel sözlüklerden anlaşılıyor. Eski kitaplarda geçen kelimeler yeni sözlüklerde bulunmuyor. Zaman içerisinde editörler orijinal metindeki kelimeleri yine kendi dilinde yenileri ile değiştiriyor.


 Rus dili gibi çok zengin dillerin tercümesi ve çevirisi de bir hayli özen istiyor. Tercüme başlı başına bir sanattır. Değerini görmemiş sanatlardan bir tanesi. Bir dildeki kelimenin karşılığı diğerinde olmayabilir. Zaten dilin zenginliği de kelime kapasitesiyle ve ifade zenginliği ile doğru orantılıdır. Rusça da bir kelime ile ifade edilen bir hareketi Türkçeye çevirirken tasvire girmek zorunda kalabilirsiniz. Çünkü o konumun kelime karşılığı, kelime olarak bu dilde yoktur ve siz çevirirken açıklama yapmak zorunda kalırsınız.

Bir ara elime Dostoyevski’nin Suç ve Ceza isimli kitabını aldım. Okuyorum ama biliyorum ki Rusçası bu kadar soğuk ve donuk değil. Orijinal eserde duyguların ne kadar derin ve tasvirlerin ne kadar canlı olduğunu tahmin edebiliyorum. Çevirinin kötü olması, romanın tam aksine karışık bir anlam vermiş ve tasvirler bir o kadar sıkıcı hale gelmiş. Kitap yarım bırakmak hiç huyum olmamasına rağmen 60. sayfada çevirinin bu kadar kötü olmasına dayanamadım ve kitabı bıraktım.

Keşke her kitabı kendi dilinde okumak gibi bir yeteneğe sahip olsaydık ama şimdilik bu imkânsız. İşte çevirinin önemi bu noktada devreye giriyor. Eğer eseri okurken cümleler kendi dilindeki ruhu size yansıtabiliyorsa o güzel bir çeviridir. Kötü bir çevirinin bedeli iyi bir yazara mâl edilmemeli.


9 Mart 2012 Cuma

Çiçekli Kadınlar

 Bugün dünya kadınlar günüydü. Oldukça ironik sayılabilecek bir gün aslında. Dün asansörde bir kadının bayramınız kutlu olsun demesiyle bir an gözümün önüne 8 mart 1857 de Amerikada olaylar sonucu ölen işçi kadınlar geldi. Anılası mı, kutlanası mı bilemedim pek. Biz aynı şeyi türkülerde de yaşarız ya . Recebim gibi, dom dom kurşunu gibi hüzünlü hikâyesi olan türkülerle eğlenebiliriz. Toplumlar da bir süre sonra benimsediği alışkanlığın kökenini irdelemiyor, tıpkı insan gibi.

Azerbaycanda Kadınlar günü önemlidir. Bir hafta öncesinden mağazalarda indirimler başlar. Çünkü bizdeki sevgililer günü veya anneler günü gibi, piyasayı oldukça hareketlendiren ticari günlerden biridir aynı zamanda. Herkes etrafındaki kadınlara hediyeler alır. Şirketler bayan elemanlarına çiçekler, paketler dağıtır. Özellikle bu gün de sokakta elinde çiçeği olmadan yürüyen kadın çok azdır.

Ayrıca çalışan kadınların bugüne özel en sevdikleri şeylerden birisi tatildir. Bu sanırım bir kadını özel hissettirebilecek önemli uygulamalardan bir tanesi.
Alışveriş yaptıktan sonra iyi günler derken bayramınızı da kutlarlar. Yani siz unutsanız bile bu gün Azerbaycanda her şey size kadın olduğunuzu ve özel olduğunuzu hatırlatır.

Bu güne bu kadar önem verilmesi toplumun kadına verdiği değerin yüksek olmasından mı kaynaklanıyor, yoksa geleneklere sahip çıkan bir toplum olmasından mı bilemiyorum. İşin ticari boyunun yüksek olması da önemli bir etken sayılabilir. Yada kadınların kendi günlerine güçlü bir şekilde sahip çıkmaları. Bu ülke de bu günün neden bu kadar coşkulu kutlandığını bilemiyorum ama her bir kadının kendini kısa süreliğine de olsa özel hissettiği kesin.

Ben inanıyorum ki eğer her  kadın sahip olduğu gücün farkında olsaydı ve bunu kullanabilseydi dünya bugün bambaşka bir yer olurdu.  Tabi ki farkında olan ve bunu çok güzel değerlendiren kadınlar var ama genele bakıldığında yeterli değil.

Kadının ekonomik özgürlüğünü elde etmesi güçlü olduğu veya ayakta durabildiği anlamına gelmiyor. Nice kadınlar var maaşını alır almaz eşinin eline verip hakkından feragat eden. Tabiî ki ekonomik özgürlük güce giden yolda büyük bir etken fakat tek başına yeterli değil. En önemlisi özgüven,cesaret ve farkındalık.

Kadınlar performanslarının çok önemli bir kısmını gereksiz konularda sarf ediyorlar. Daha üretken daha aktif ve yaratıcı olabileceği halde yanlış enerji sarfiyatı nedeniyle ilerleyemiyorlar. Kadın güzel olmalı, bakımlı olmalı, temiz olmalı ama bunlarla birlikte akıllı olmalı. Üretmeli, çalışmalı, bir şeyleri değiştirmek için elinden geldiğince çaba sarf etmeli. Deterjan, kozmetik ve giyim markalarını bildiği kadar hayata dair başka şeyleri de bilmeli. 

Kadın insan yetiştirir. Bir insan yetiştirmek çoğu konuda uzmanlık gerektirir. Bunun için de ciddi boyutta enerji harcamak lazım. Sadece bilgi, kültür alanında değil yaşama sanatında da dolu olmalıdır.

Kadın güzel, bakımlı, akıllı, kültürlü, çalışkan, görgülü, kibar, iradeli ve güçlü olmalı. Bu kadının genlerinde ve yaratılışında var zaten. Sadece bazen duygusallığının yan etkileri nedeniyle olumsuzluklardan çabuk etkilenebiliyor. Toparlanması uzun sürebiliyor.

Ben kadınların toplumda daha güçlü olabileceklerini düşünüyorum yeter ki birbirilerine çelme takmaktan vazgeçip desteklemeye başlasınlar.   

3 Mart 2012 Cumartesi

Duyguların Ruhu

Hülya teyzesinden sürpriz :)
“Sevgi” bugün mutfak tezgahımın köşesindeki menekşeye benziyor. Suyunu, ışığını ve ilgisini tam almış ve nerden yaprak vereceğini şaşırmış menekşeye.Duyguların ruhu sihirlidir.

Bugün Kayra’nın diş buğdayını yaptık. Bir nevi diş partisi. Benim için  özel bir gündü. Sabah çok sevdiğim biri aradı nasılsın diye sordu, "bugün bayram sabahı gibi hissediyorum" dedim. Güldü, anlam veremedi keyfime. Ama tabi ki anlamı bir yerlerde gizli.

Bir önceki sabah gün ışıyana kadar mutfaktaydım. Büyük bir keyifle yemekler, pastalar hazırladım.
Mutluydum, çünkü o an, benim mutluluk tanımıma uyuyordu. Sevdiğim bir amaç için, sevdiğim bir işi yapıyordum ve sevdiğim insan yanımda bana eşlik ediyordu. Budan daha büyük keyif olabilir miydi?

Sabah erkenden kalktım büyük bir heyecanla oğlumun masasını hazırladım. Gittim geldim kontrol ettim. Babasının her birimiz için birer tane aldığı laleleri yerleştirdim. Albüm için fotoğraflarını çektim. 

Fadime teyzesinden diş buğdayı
Ben bugün: özel bir gününü çok sevdiğin ve seni seven insanlarla paylaşmanın hazzını yaşadım. İnsanların birbirleri için ne kadar ince emek harcadığını gördüm. Teşekkür etmenin çok yetersiz kaldığı o an da kaldım. İnsanın ne kadar  düşünceli, saygılı, özverili, samimi olabileceğini gördüm. Kaliteli insana giden yolun buralardan geçtiğini anladım.


Bir insanın oturupta birilerini nasıl daha çok mutlu edebileceğini düşünmesi, fikir bulup bunun için çaba sarf etmesi, emek harcaması ne kadar değerli bir şey. Ya da o anda insana kolay ve basit gelen bir davranışın karşısındakini beklenenden daha fazla mutlu etmesi ne kadar özel.


Yurt dışında yaşamak demek annenizin, babanızın, kardeşinizin, çok uzaklarda olması demek. Acil bir şey olsa en erken gelebilecekleri tarihin iki gün sonra olması demek. Sevinçlerin özel günlerin buruk ve eksik yaşanması demek.İşte  bu nedenle de yurt dışındaki dostlukların, ilişkilerin, arkadaşlıkların içinde hep, biraz anne biraz baba, biraz kardeş tozu vardır. Yurt dışında ilişkiler farklıdır. Sevgi farklıdır. Paylaşmanın kelime anlamı farklıdır.

Kayra doğmadan önce hayal ettiğim şey  etrafında onu seven, değerli, kültürlü, özel insanlardan bir çember oluşturmaktı. Onların enerjisiyle büyüsün, insanlık stajını böyle bir topluluk içerisinde yapsın, sevgiyi, saygıyı, insana özeni dinleyerek değil izleyerek öğrensin diledim. Annelerin dilekleri kabul olurmuş. Bugün bir kere daha gördüm ki benimki de olmuş.

Oğluşkiyi sevgiyle besleyen, büyümesini bizimle izleyen, mutluluklarımızı paylaşan güzel insanlara çok teşekkür ederiz. Dilerim bütün bebekler sevgi,sağlık ve beslenme konusunda şanslı olsunlar…  

Annelerin dileği kabul olurmuş…

1 Mart 2012 Perşembe

Gerçeğin Ayracı

Geleceği merak ettiğim kadar geçmişi  hayal etmeyi de seviyorum. Tarihi romanları okurken olduğum yere ayraç koyup, anlatılan sahneyi, insanları, mekânları kendi imzam ile yeniden dizayn  ediyorum. Sonra sessizce kendi kapımdan romanın içine giriyorum.

Karşıma öyle mekanlar çıkıyor ki bedeniyle, karakteriyle ruhuyla yaşıyorlar. Öyle insanlar çıkıyor ki, dönüp kendime bakıyorum ben neyim diye.

Buyur ediyorlar beni meclislerine. Utana sıkıla ilişiyorum bir kenara, nefes almaya korkarak. Onlar konuşuyor ben dinliyorum, onlar yazıyor ben okuyorum, onlar yaşıyor ben izliyorum.
Teker teker inceliyorum tepeden tırnağa. Oturmalarını, kalkmalarını, yemek yemelerini, yürüyüşlerini, selamlaşmalarını, muhabbetlerini, her titreyişlerini kaydediyorum aklımın bir köşesine. Onları görünce anlıyorum, aklımda boş köşeden çok ne var.

Maddenin her hareketinde bir anlam var. Sesin her kelimeyi kapışında bir ahenk. Kelimeler anlamlarıyla, sesler kelimelerle dans ediyor. Birbirleriyle selamlaşmalarında bile, bir ansiklopedilik kültür var.

Bazen takılıyorum bir kahramanın peşine. Belli ki kafasında bir şeyler tasarlıyor. Adımları düşünceleri ile senkronize ilerliyor. Ara sokaklardan geçiyoruz, binaların  ruhları gözüme görünüyor. Durup incelemek, anlamak istiyorum bu yansıyan nedir diye ama zamanım yok duramam. Kahramanım dans adımlarıyla sessiz sakin ilerliyor. Ben de peşinden yalpalayarak.

Derken güzel bir meclisin içinde buluyoruz kendimizi. Selamlaşmayı işitince hafızamdaki “selam” kelimesi bendeki anlamını yitiriyor ve yeniden kaydedilmek üzere siliniyor.
Bir iki kelime ile bütün iyi dilekler ve dualar nasıl bu kadar içten ve samimi iletilebilir şaşıp kalıyorum. Keramet kelimelerde mi yoksa ona anlam iliştirip gönderen kalpte mi çözemiyorum.

Sonra sohbet başlıyor. Hitabet nedir, hatip kimdir işte orada anlıyorum. Yine anlıyorum ki ben bugüne kadar hiç konuşmamışım, konuşamamışım. Birbirlerine hitap şekilleri, konuyu ifade şekilleri, ses tonlamaları, bilgileri, zekâları beni kendimden geçiriyor.

Tam  da “buradan hiç ayrılmak istemiyorum” derken kitabın ayracı sayfaların arasından kayıp düşüyor ve her şey bir anda gözümün önünden siliniyor. Hemen apar topar sayfayı yeniden buluyorum, ayracı koyuyorum ama nafile. Onları zamanın içerisinde kaybediyorum.
Karşımdaki aynada yüzümü fark ediyorum, ağlamaklıyım.

Etrafıma bakıyorum. Herkes her gün nefes alıyor, konuşuyor, yürüyor, sohbet ediyor ama yok o sahneyi bulamıyorum. Binaların ruhlarını göremiyorum. Hayatın içini doldurarak, anlamını vererek yaşama çevireni  arıyorum, bulamıyorum. Kendim de yapamıyorum.

Nefeste başa dönmek istiyorum, olmaz diyorlar dönemezsin. En başa dönüp her şeyi yeniden doğrusuyla, tadıyla öğrenmek istiyorum yapamıyorum. Hiçliğimi, boşluğumu ve karanlıkta savruluşumu hissediyorum.

 Çaresizce tekrar kitabı aralıyorum, ayracı da diğer elime alıyorum, ola ki onları tekrar görebilirsem zamanı hemen durdurabileyim diye. Biliyorum ki beynim gerçekle hayâli ayırt edemiyor. Belki de ben hayalden gerçeğe dönmek için çabalıyorum kim bilir?

Siteden yapılan alıntılar tek koşul altında izin kapsamındadır: Alıntı yapılmadan önce izin alınmalı,alıntı yapıldıktan sonra, sitenin adresi görünür ve okunur tarzda yazılmalıdır. İzinsiz ve kaynak belirtilmeden yapılan alıntılar, özellikle de yazıların başka isimler altında yazılmış gibi gösterilmesi,5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
 
Powered by Blogger