Dünyayı ortadan ikiye ayıran koskocaman bir cam var. İnsanlar ikiye ayrılıyor camın bir tarafında yaşayanlar ve diğerleri. Tek yönlü bir geçiş var diğer tarafa. Geri dönüş yok. Her insan hayatının bir döneminde de geçmek zorunda diğer tarafa, geçmeye gücü yetmeyen silinir defterden.
İnsanın hayatında, her şey yolundayken algısı zayıf olur. Görür, bilir, tahmin eder, üzülür ama hissedemez. En güzel, empati ve sempati arasındaki anlam farkı açıklar bunu. Sempati karşıdakini anlamaya çalışmak, empati ise karşıdaki gibi hissetmektir. Bunu da anca, hoca gibi eşekten düşen bilir. Aynı şeyleri yaşayan.
Acı hayatın içine karışmaya neden oluyor. Bu taraftakiler, soğuk bir camın dışından bakıp, kendini merkeze koymak koşuluyla, hayatı yaşadığını sanıyor. Tıpkı, insan beyninin gerçekle yalanı ayırt edememesi gibi, soğuk camı fark edemiyor. Oysa acı denen şey; canının yanması, bu yanmanın hiç bitmeyeceğini bilmek, nereye gidersen git, bunun sonunun olmadığının farkında olmak, ‘nasılsa zaman her şeyin ilacıdır, gün gelecek bitecek’ umudunun sana vereceği gücün, olmadığını hissetmek, içindeki her eriyen damlanın düştüğü yeri biraz daha yakması, duygularını ifade edememek, hiç kimsenin sana yardım edemeyeceğini ve yalnız olduğunu bilmek, gözünü kapattığın zaman, sabah yine aynı duyguyla uyanacağını bilmek, sürekli bir kaçma isteğinin olması ama işe yaramaması. İşte bu duygular, camın diğer tarafına geçip, hayat denen yakıcı şeye dokunmanı sağlıyor. Acı; yaşama dokunmanın tek yolu. Hissedildiği anın tarifi, sabah uykunun en derin yerinde, yüzüne buzlu su dökülmesiyle ayılmak gibi.
Bir yerlerde açlıktan ölen bebek fotoğrafları görüyorum, diğer tarafta ‘sizin hiç engelli çocuğunuz oldu mu?’ diyen bir annenin yazısı, bir taraftan kom utanın boynuna sarılmış ‘neden oğlumu getirmedin?’ diye soran bir şehit babasının hıçkırıkları, başka bir video da ‘ben otizmli bir çocuğum, engelli değilim, sadece farklıyım’ diyerek sadece anlayış bekleyen bir çocuğun haykırışı, hasta annesine, babasına, çocuğuna bakmak için kendini parçalayan insanların çırpınışları, ‘yıllar sonra bir hastanenin yardımıyla üçüzlerimiz oldu, ama yetişemiyoruz, çocuk kıyafetine ihtiyacımız var’ diyen bir babanın büyük harfle yazılmış mesajı, lösemili bir çocuğun, sadece ayısına sıkı sıkı sarılarak, hayatta tutunma çabası, karnında çocuğuyla yeni evlendiği eşini bekleyen genç bir kadının, bir eliyle karnını tutarken, diğer eliyle de şehit tabutuna sarılması… Hafızamdaki acının çekilmiş fotoğrafları ne kadar çok. Sadece gözümü kapatarak kısa bir sürede bu kadar sahne hatırlayabiliyorum. Oysa bu sahneleri görmemek için haberleri açmıyorum, gazete okumuyorum, reklamları değiştiriyorum, ki ben, filmlerdeki ölüm sahnelerine bile dayanamayan insan, nasıl bu kadar acı fotoğrafı biriktirmişim.
Bu fotoğraflara bakarken göğsümün ortasındaki bir nokta yanıyor, boğazıma biri sarılmış gibi nefesim daralıyor, mideme yumruk yemişim gibi iki büklüm oluyorum. Önce içimde güçlü bir şiddet isteği uyanıyor. Sonra anında bu çaresizliğe dönüşüyor. O zamanlar da inanç beni kurtarıyor…Çünkü başka yol bulamıyorum.
Bazen senin için normal olan bir kavram başkasının canını yakar. Sen anneni anlatırken karşıdakinin gözleri dolar. Bazen cenazeye gidemezsin. Başsağlığı dileyemezsin. Hamilesindir, sen karnını severken, uzaktan iki dolu gözü sana bakarken yakalarsın. Televizyonda sucuk reklamı izlersin, canın çeker girer mutfağa pişirirsin, ama birilerinin pişiremediği aklına gelmez.
Kimse, kimin camın ne tarafında olduğunu bilemez. Her insan bir sabah buzlu suyla uyanabilir. İnsanların birbirine empatiyle yaklaşması , bazı konularda konuşurken daha hassas olması , birilerine destek olması için, illa eşekten düşmeye gerek yok sanırım. Toplumsal duyarlılığın yolu kişisel vicdandan geçiyor… Birçok problemin çözümü de toplumsal duyarlılıktan…
0 yorum:
Yorum Gönder