Sayfalar

29 Aralık 2011 Perşembe

Alışkanlığa Mola Vermek

Evimdeyim, hatta kaderimi yazdığım masanın başında. Lisede, üniversiteye hazırlanırken oturdum ilk bu masaya. Geleceğe dair hayallerimi bu masada kurdum. Üniversiteye başlayınca evime taşıdım. Yıllarca başında sabahladım. Şimdi yine eski günlerdeki gibi, masam camın önünde, manzaram heybetli Hasan Dağı ve ben yine yazıyorum. Yalnız bir fark var eskiyle aramızda. Bu sefer arkamda yatan oğluşkinin nefesi eşliğinde yazıyorum. Hayallerim, nefesim ve kaderim artık üç kişilik.

Limonu bilmeyene ekşi nasıl anlatılır ki? Daha önce kıyaslayacak bir şeyi olmayana yeni bir şey nasıl ifade edilebilir. Peki, eğer her şey kıyaslanacak kadar birbiriyle bağlantılı ise farklılık bunun neresinde? Beyin bir önceki bilgiye çengel atmadan yeni bilgiyi kaydetmez.
Bu demek oluyor ki insan çoğu zaman bir şeyleri bilmeden, kıyaslamadan, kaydetmeden sadece alışkanlıklarla yaşıyor. Hatta bazen alışkanlıkları beynine göstermeden arka kapıdan içeri alıyor. Bilir ki beyni bunu duysa kabul etmeyecek, ya referans soracak ya da kapıya koyacak. Her zaman akılla yaşanan hayat zordur. Her zaman alışkanlıkla yaşanan hayat da boştur. Denge kurmak lazım.

Hafızayla uğraşanların sık karşılaştıkları önerilerden bir tanesi “Eve hep aynı yoldan gitmeyin” olur. Çünkü alışkanlıklar beyni devreden çıkarır.  Alışkanlık aslında hayatın zeminindeki desenlerden biridir. Sadece eve gidip gelmekle ilgili değil, yaşamdaki en küçük parçaya bile bulaşmışlığı vardır.

Hep düşünmüşümdür, ölenin arkasından neden ağlanır. Tüh tüh günahı da çoktu, cehenneme gidecek diye ağlayanı görmedim pek, ama çok iyi insandı, mekânı cennet olsun diye ağlayanı gördüm. Ölen kişi açısından düşünüldüğünde, iyiliğine ağlanması biraz anlamsız. Belki de insan kendi için, hayattaki alışkanlığı onayı olmadan elinden alındığı için ağlıyor. O kişiyi bir daha göremeyeceği ve onun yokluğu hayatında bir boşluk yaratacağı için ağlıyor. Bir süre sonra tabii ki buna da alışıyor.

İnsanlar zamanla birbirilerinin hayatında bağımlılık yaratıyor. Bu en çok evliliklerde göze çarpıyor. Eşler zaman içinde alışkanlıklarını paylaşmayı öğreniyor, bir süre sonra benimsiyor ve en sonunda da birbirlerine alışıyorlar. O zaman akıl ve duygular birçok şeyi sorgulamadan kabul ediyor. Yıllar geçiyor, bir de bakıyorlar ki ikiz gibi olmuşlar. Olamayanlar zaten ya ayrılıyorlar ya da mutsuz olarak devam ediyorlar yola.

Ara sıra alışkanlığa mola vermek, özlemi doğuruyor. Özlemin mayası sevgi olsa da hammaddesi alışkanlıktır aslında. Kıvamında ve miktarında tatlı bir duygudur. Hammaddesi alışkanlık olduğu için buna karşı bağışıklığı sağlamdır, etkilenmez. “Özlem”e alışılmaz.

Bir insanın bünyesi, alışkanlığı 40 günde kabul edecek şekilde tasarlanmıştır. Şartlar normal olduğu sürece istediğiniz her şeye 40 günde alışabilirsiniz veya tersine çevirebilirsiniz.

Bırakmak diye bir şey söz konusu olamaz, ancak başka bir şeyle yer değiştirebilirsiniz. İşte asıl püf nokta buradadır ve işin ehli olanlar bunu çok iyi kullanır. İnsanın en büyük korkusu sahip olduğunu kaybetmektir. Sevse de sevmese de sahip olduğunu zor bırakır. Çünkü yerinde oluşacak boşluktan korkar. Hayat hiçbir zaman boşlukları sevmez, siz istemeseniz de o her zaman yerini doldurur. İşte sevilmeyen bir şeyden de ancak başka bir kavramla yer değiştirilerek uzaklaşılabilir.

Devamlı aynı markanın aynı ürünlerini yiyen, giyen, sürekli aynı restorana gidip aynı yemekleri ısmarlayan, evine işine hep aynı yoldan giden, ısrarla yeni insanlarla tanışmak istemeyen insan çok fazla. Bu insanlar hayatlarından da büyük bir keyif alıyorlar ve bunun kendi yaşam tarzları olduğunu savunuyorlar. Değişiklik onları tedirgin ediyor ve bundan hoşlanmıyorlar. Daha güvenli ve kontrollü yaşamayı tercih ediyorlar. Bir açıdan bakılınca da dünyanın sabit düzenini bu insanlar oluşturuyor. Yoksa dünya çok karışırdı sanırım.
Ben her ikisini de seviyorum. Market raflarında yeni ürünler aramayı da,  belirli bir süre aynı ürüne kafayı takmayı da. Yenileri eskilerle harmanlayıp sofraya koymayı daha çok seviyorum. Eski dostlarımı da seviyorum, yeni birileriyle tanışmayı da. Sevdiğim restoranda aynı yemekleri yemeyi de, yeni yerler keşfetmeyi de.

Yıllarca, başka bir masada çalışamadığım için her yere taşıdığım masamda yazmayı özlemişim. Çok uzun süre sevdiğim bir çok şeyi elimden geldiğince yanımda taşıdım. Ama Bakü’nün uzaklığı bu alışkanlığımı, “Elimdeki imkânlarla idare etme” alışkanlığı ile yer değiştirdi.

27 Aralık 2011 Salı

Lafın Beli Kırıldı

İnsanların karakterini çözmek aslında çok kolaydır. Birkaç tavır ve hareket, üzerine birkaç da cümleyi dikkate aldınız mı tamamdır. Büyük bir bölümü çözülür.

Bir insan, ilk on dakika içerisinde başka birinin özel hayatı hakkında iştahlı bir biçimde konuşmaya başladıysa ve siz uyarıp konuyu kapattığınızda suratını asıp kıvranıyorsa, o insandan uzak durmak gerekir.

Bu durum cinsiyetten ziyade eğitim, kültür ve ahlak seviyesi ile ilgilidir. Birçok toplantıda bu konu hakkında ilginç sohbetlere şahit oldum. İnsanlar sohbet arasında başkaları hakkında konuşmanın ne kadar kötü olduğundan bahsediyorlar, sonra güya örnek verme amacıyla birilerini çekiştiriyorlar ve tekrar başa dönüyorlar. Bu beni çok güldürüyor. Bir de “Kimseden konuşmayacaksak ne konuşacağız” diye soran tipler var, ya da “Konuşmazsam dilim şişer” diyenler.

Kadınların sabah kahvesi eşliğinde iki lafın belini kırmaları, erkeklerin on çayında rakiplerini çekiştirmeleri aynı kapıya çıkıyor.

Toplumda dedikodu cinsiyete göre değerlendiriliyor. Bu özellik daha çok kadınlara mal ediliyor. Mesleğim gereği uzun süre erkek egemen bir iş ortamında (sanayide) bulundum  ve kesinlikle bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Sadece konular ve stiller farklı. Erkekler daha çok rakiplerden, elemanlardan, kimin ne kazandığından konuşurlar. Sonuçta kadınlardan hiç de  geride kalmazlar.

Dedikodu yapmıyorum diyeni duymadım. Ne kadar dikkat ederse etsin, merak duygusunun iç gıcıklayıcı gücüne kapılmayan insan yoktur. Sadece vicdanı gelişmiş ve gelişmemiş insan vardır. Vicdanı gelişmiş insan dedikodu yaparken kelimelerine biraz daha dikkat eder. Bir süre sonra vicdanı elvermez ve suçluluk duygusuyla ortamdan uzaklaşır. Diğeri ise konuştukça ve yeni havadis aldıkça iştahlanır. İştahlandıkça kontrolünü kaybeder. Bunun yan etkisi olarak da herkesin kendisi hakkında konuştuğunu düşünerek paranoyak olur.

İnsanlar neden ve ne zaman dedikodu yapar?  Cebinde paylaşacak kelimeleri olmadığı ve kendi hayatında sırları olduğu zaman. Kendi hayatında çok fazla gizlilik olan insan, birilerinin bunları öğrenmesinden korkarak konuyu hep başkalarına getirir.

Kendi hayatını sevmeyen, yaşamak istemeyen insan, başkalarının hayatlarına odaklanır. Onları takip eder, empati kurar, o hayatı kendinin yaşadığını hayal eder. Sonunda uyanıp gerçeği görünce de sinirlenir ve atıp tutmaya başlar.

Bilgisi olmayan insan bulunduğu ortamda açılan bir konuda konuşamamaktan korkar ve buna engel olmak için uzman olduğu konuyu açar, başkalarının hayatı.

Düşünüyorum da çok kitap okuyan ve kültür seviyesi yüksek olan insanların bulunduğu bir ortamda, herkes bilgisini paylaşmak ve diğerlerinden bir şeyler öğrenmek için çabalarken, birisi çıkıp da Hatice Hanım’ın yeni aldığı kürkten bahsetse ne olur. Böyle bir ortamda kim bundan bahsetme cesaretini gösterebilir. Bu demek oluyor ki dedikodu yapılan ortamlarda çıkıp insanları dedikoducu diye eleştirmek de bir paradoks. Dedikodu bir kişiyle olmuyor, bunun içinde uygun zemin ve paylaşacak insanlar gerekli.

Kuantum enerjisine göre birbirini düşünen iki insan arasında telepatik bir bağ oluşuyor. Çok sevdiğim insanlarla bunu çok deneriz. Yoğunlaşıp “Hadi beni ara” dersin, biraz sonra telefon çalar. Çalmadıysa mesajı almıştır ama meşguldür. Bu bilinç dışı da olur. Çok uzun zamandır görmediğin birini düşünürsün, bir iki gün içinde ya arar ya da karşına çıkar. Şu söz çok söylenir: “Tam da aklımdan geçiyordun”. Hatta bunu anlatan atasözümüz bile vardır:  “Kalp kalbe karşıymış”.

İşte, son dönemde bulunan bu sisteme göre, bir insan diğeri hakkında konuşurken aralarında telepatik bir bağ oluşuyor ve eğer karşıdakinin hoşlanmayacağı bir şey söylüyorsa onun negatif enerjisini kendi üzerine çekiyor.  Hatta halk arasında “Günahını almak” denir buna.

Saygı, vicdan ve inanç insanı şekillendiren kavramlardan sadece birkaçıdır. Bunlardan biri bile varsa, insan yaptığı hareketin doğruluğu veya yanlışlığı hakkında fikir sahibi olabilir. Bir insanda bunlar eksikse, bir de kültür seviyesi düşükse o insanın yapamayacağı kötülük yoktur. Eline geçen imkânları değerlendirenler daha büyük hatalar yapabilir, biraz korkak olanlarsa dedikoduyla idare eder gider. Aralarındaki tek fark cesaret, yoksa insanlık miktarları aynıdır.



24 Aralık 2011 Cumartesi

Bilginin Bilgesi

Bütün meslek dallarını birbirleriyle olan bağlantı şekillerine göre, dev bir ağaca benzetiyorum. Bu dev ağacın kökleri ilkokul öğretmenleri. Dışarıdan çok fazla göze batmayan ama bütün mesleklerin bağlı olduğu kalın ve derin kökler. O kökler olmadan, ne iş yaparsa yapsın, kimse ayakta duramaz. O kökler yeterince güçlü olmazsa, ağaç kurur ve etrafındakiler oksijensiz kalır, beslenemez. Yine o kökler topraktan ne kadar çok şey alıp beslenebilirse, yukarıları o kadar çok besleyebilir.

Ağacın gövdesini lise ve üniversite öğretmenleri oluşturur. Gövde ne kadar sağlıklı ve sağlam olursa, ağaç bir o kadar heybetli durur.

Bir çocuğun, anne babadan sonra belki de hayatta ilk güvendiği yabancı insan ilkokul öğretmenidir. O güne kadar evde aldığı ne varsa aynısını öğretmeninden bekler. Sevgi, ilgi, sabır, anlayış, paylaşım. Aynı şekilde eğitim alacağının da farkındadır. Ev dışında ve anne babadan farklı birinden bir şeyler öğrenmek çok heyecan vericidir. Kimi zaman bunu korkuyla veya başka şekillerde ifade etse de.

İlk gün sıraya oturduklarında hepsinin gözlerindeki ifade aynıdır. Şaşkınlık, tedirginlik, korku, heyecan ve bu duyguların arasına sıkışmış sevinç.

Her sırada, hayat defterinin tertemiz yeni sayfaları oturur. Öğretmen bu sayfaları teker teker doldurur, imzalar ve büyük deftere ekler. Her sayfanın rengi, anlattığı, yazı stili, mürekkebin rengi, kalemin kalınlığı farklıdır. Öğretmen aynıdır ama her sayfayı malzemesine göre farklı şekillerde doldurur.

Çocuğun karşısına nasıl bir öğretmen çıkacağı tamamen şans işidir. Bunun özel okulla, parayla, ailenin çabasıyla birazcık ilgisi olsa da tamamen kontrol edilebilecek bir şey değildir. Belki bilgi tarafı denetlenebilir ama sevgi kısmı denetlenemez. İlgi kısmına müdahale edilse de bir noktaya kadar başarılı olunabilir.

Öğretmen çocuğa sadece şekil vermez, yoğururken elindeki enerjiyi de ona aktarır. İşte ailenin müdahale edemeyeceği nokta bu enerjidir.

Öğretmek bir sanattır aslında. İnsanın yaradılışından gelen ve sonradan eğitimle geliştirilebilen bir yetenektir. Nasıl resim, müzik gibi yeteneklere sahip olamayan insan zorlamayla bir yere gelip öteye geçemiyorsa, öğretmen de yeteneği yoksa eğitimle bir noktaya kadar gelir ama bunun ilerisine geçemez.

Öğretmek için asıl olan aşk ve sabırdır. Gerisinin kendiliğinden gelmesi gerekir. İşin içine maddi kaygı girdi mi sihir bozulur, özgürlük gölgelenir ve verim düşer.

Bir ülkede en zor sahip olunacak meslek öğretmenlik olmalı. İlk olarak yetenek sınavına girmeli insanlar, eğer bunu geçerse diğer sınavlara devam etmeli. Mesleğinden en çok maddi karşılık alması gereken de  yine öğretmen olmalı. Özgür olmalı, köklerini istediği yöne akıtabilmeli. Karnı tok olmalı, gövdeye yeterli besin gönderebilmeli. Mutlu olmalı, dallara çiçek açmayı öğretebilmeli. Önce kendine değer vermeli, kendini özel hissetmeli. Bu duyguyu bilmezse öğretemez. Kendini ve hayatı sevmeli ki sevgiyi öğrencisine gösterebilsin.

Ruhsuz bilgiyi öğrenmek kolaydır. Hangi yaşta olursan ol biraz uğraşarak ezberlersin.
Fakat ruhun bilgisini ancak bilgesi öğretebilir. Belki bir gün, her çocuk bir bilge elinde yetişir, kim bilir?

Aslında dünyadaki en büyük güç ilkokul öğretmenlerinin elindedir. Onlar nasıl bir dünya hayal ederse, ona göre insanlar yetiştirir. Zamanı gelince de o insanların elinden mükâfatlarını alırlar. İyisi de, kötüsü de onlara aittir.

22 Aralık 2011 Perşembe

Ruhuna İşleyen Keyif

Kayra’ya yemek yedirirken masallar uyduruyorum. Kayra’nın maceraları: Kayra denizaltında, Kayra uzayda, Kayra çiftlikte… Kahramanın hep kendisi olduğu bu masallara bayılıyor. Oğluşki’nin maceralarında “Kayra anneannesinde” bölümündeyiz bu sefer.

Kayra’nın annesinin maceraları da fena değildi bir zamanlar… Küçükken anneanneme gittiğimizde kapıdan içeri girer girmez “Bizim karnımız aç” dermişiz. Annem evde özellikle doyurur götürürmüş, ama ne olursa olsun o kapıdan girer girmez acıkırmışız.

Anneannemin yoğurtlu ekmeği vardı. Ne kadar tok olursan ol yerdin. Lise yıllarına kadar o yoğurtlu ekmekten vazgeçmedim. Yıllar sonra artık müstakil evle baş edemeyip bir apartman dairesine geçtiler ve bizim yoğurt işi bitti. Bir daha hiç eski tadı alamadım. Meğerse keramet sütçüdeymiş. Sütçü değişince bizim süzmenin tadı bozulmuş. En azından öyle bir bahane buldular.

Bir çocuğun uzaklarda tek başına büyümesi çok zor. Bakım kısmı bir şekilde halledilebilir belki, ama sevgi kısmı büyük eksiklik her zaman. Şimdi Kayra anneannesinin tabiriyle sevgi okyanusunda. Halaları, dayısı onu birkaç saat görebilmek için saatlerce yol geldi.
Dedeleri, teyzesi, anneannesi, babaannesi çıldırıyorlar onu severken. İşte bir çocuğa ne kadar iyi bakarsan bak, ne kadar eğitim verirsen ver, ne kadar uğraşırsan uğraş bu sevginin verdiği enerjinin yerini doldurabilmek mümkün değil. Oğluşki inanılmaz mutlu ve keyifli.

Eskiden herkes bir evde yaşardı ve o gürültü patırtının içinde çocukların nasıl büyüdüğü anlaşılmazdı. Bir süre sonra evler ayrıldı, haftada bir iki görmeye başladı çocuklar dedelerini, ninelerini. Bizimki en beteri, ülkeleri ayırdık. Aylarca göremiyorlar birbirilerini. Bir geldiğinde gülümsüyor, diğerinde emekliyor, üçüncüde yürüyor ve konuşuyor çocuklar. Aralar yok. Ortak zamanlar sayılı. Anılar eksik.

Nineler pasta börek yapar, dedeler dua öğretir, bakkala götürür, sakız, balon alır, bisiklete bindirir. Az da olsa çok da, çocuklar bu ritüelleri yaşamalı. Büyüklere ait kokular kalmalı burunlarında. Kiminin yeşil sabunu, kiminin gül kokulu esansı.

Artık mutfaklardaki tel dolaplar kalmadı ya da dedelerin yelek ceplerinden çıkan saatler. Şimdiki modern dede ve ninelerin de miras bırakacakları kendilerine has kokuları olmalı.
İnsan büyüdüğü zaman kendi kendine ben kimim diye sorduğunda, peşinden bu kokular geliyor çünkü.

Anne ve babanın yeri ayrıdır ama bir çocuğun hayatında, annesini babasını şikâyet edecek yüksek merciler bulunmalı. Çocuk, anne babayı çocuk rolünde görmenin hazzını yaşamalı.

Ebeveyn çocuğunu eğitim sorumluluğu ve gelecek kaygısı gölgesinde seviyor. Bunlardan ötürü sadece çocuğunu sevmeye konsantre olamıyor. Her adımını planlı atmak zorunda hissediyor kendini. Oysa bir üst kuşakta bunların hiçbirisi yok. Onlar torunlarına ateş topuna dönüşmüş saf sevgiyle bakıyorlar ve dokunuyorlar. Bu enerjinin yüksekliği, aralarında kuvvetli bir bağ oluşturuyor.

Kayra, mutfakta arabasına kurulmuş bir şekilde yemek yapan anneannesini izliyor. “Agu bugu”larıyla sohbete katılıyor. Yemek kokuları içinde yeşil soğan kemiriyor. Belki ileride bunları bilinçli olarak hatırlamayacak ama şu anda bu keyif onun ruhuna işliyor.

Bu yüzden de belki her zaman aç girecek bu mutfaktan içeri, kim bilir?



20 Aralık 2011 Salı

Sistemi Sıraya Dizdiler

Adım atmak için dengenin bozulması, ilerleyebilmek için hep tek ayağın boşlukta olması gerekir.

Hiç risk almayan, hayatında hiçbir problem olmayan, kendini hiç boşlukta ve kararsız hissetmeyen insan ilerleyemez. Olduğu yerde, iki ayağının üzerinde sapasağlam durur. Sapasağlam durmak bazen hayatın önünde set olur.

Kaliteli yaşayarak hayatta ilerleyebilmek gerçekten emek harcayarak mümkündür. Herkesin kendine göre bir yaşam tarzı vardır. Fark şurada; kim hayatını yaşıyor, kim tüketiyor. Bunu da ancak insanın kendisi değerlendirebilir. Ömrünün sonuna geldiği zaman arkasına dönüp baktığında gerçekten gülümseyerek, mutlu olarak hatırladıkları ve aynı şekilde onu hatırlayanlar varsa eğer, o hayat ilmek ilmek yaşanmıştır. Yok, geriye döndüğünde dağlara erişecek kadar “keşke”si varsa, yanında gerçekten seveni yoksa işte orada tüketilmiş bir ömür vardır.

Biz sanıyoruz ki anlık aldığımız tüm kararlar bize ait, başımıza gelenler bizim inisiyatifimizde, her şey bizim kontrolümüzde. Oysa senden içeri bir sen var içinde. Tanımadığın atalarından gelen genler, enerjiler var hücrelerinde dolaşan.

İnsanın yüzyıllardır biriktirdiği gen mirası var. Aynı zamanda bilinçaltında, doğumundan itibaren süregelen anne, baba, çevre gibi etkenlerin birikimi var.

Bütün bunların yanında, son zamanlarda kuantum enerjisi diye nitelendirilen enerjiye bakılırsa, üzerimizde bir yerlerde birikmiş farklı enerji etkileri var.

Gezegenlerin durumunu da unutmamak lazım. Malum astroloji de insanı çok etkiliyor.

Kader dediğimiz ve hâlâ tam anlamıyla tanımlanamayan bir faktör de mevcut tabii ki hayatımızda.

Bu kadar etkenin içinde verdiğimiz kararların yüzde kaçı tamamen bize ait? Bence bu yüzde oldukça düşük.

Bir zamanlar “Aile Dizilimi” konulu bir seminere katılmıştım. Buna Sistem Dizilimi de deniyormuş. Benim için oldukça ilginç bir deneyimdi. Teferruatı çok fazla ama amaçlardan bir tanesi bu yöntemle insanın geçmişindeki olaylardan veya insanlardan üzerine sinmiş negatif enerjileri temizlemek.

Dışarıdan çok anlamsız ve saçma görünse de olayın içine girildiği zaman farklı bir şey olduğu hissediliyor. Uygulayanlar da hayatlarında değişikliklerin olduğunu söylüyor.

O kadarını bilemiyorum ama o eğitimde fark ettiğim şeylerden biri geçmişimizdeki, atalarımızdaki ve ailemizdeki karakterlerin şu andaki hayatımız üzerinde tahminimizden çok daha fazla etkisinin olduğuydu.

Bir atasözü vardır: “Dedesi erik çalmış, torununun dişi kamaşmış”.  Bu sistemin felsefesinin temeli bu atasözü üzerine kurulmuş. Ayrıca daha yakın geçmişte yaptığımız hatalardan kaçmayı bırakarak kabullenip rafa kaldırmayı öğrenebilmeyi ve çekirdek aile içindeki karakterlerin paylaşım şekillerindeki doğrular, yanlışlar ve sonuçları değerlendirmeyi de içeriyor.

Her insanın hayatında, bir yerlerde tıkanıklıklar, anlam veremediği çözülemeyen problemler, fark edip de anlayamadığı esrarengiz olaylar oluyor. Zamanla herkes bunlarla baş etme teknikleri oluşturuyor. Bu sistem de bir kısım insanın ürettiği bu baş etme tekniklerinden sadece biri.

İnsan önyargılı ve katı kurallara sahip olduğu zaman, öğrenebileceği bir sürü farklı şeyden feragat etmiş oluyor. Her insanın mutlaka, her şeyden öğrenebileceği bir iki kelimesi vardır. Hayata her zaman aynı, sabit pencereden bakmak bazen insanın kaybolmasına neden olur. Bir süre sonra bu fil hikâyesine döner. Kim neresinden tutarsa sadece o kadar sanır.

Bu sistem de önyargıya epeyce açık ama bence eğlenceli ve ilginç.

Bazı özel insanlar her sabah, kendini ve hayatı yeniden keşfetme isteğiyle güne başlarlar. İşte bu insanlar adım atarak değil, dans ederek yaşarlar hayatı. Çünkü düşmemek için sağa sola bağlanmış kalın halatları yoktur. Tek ayakları üzerinde denge kurarak ilerlemeyi öğrenmişlerdir.




16 Aralık 2011 Cuma

Çemberini Kıran Kadınlar


Spor benim hayatıma çok geç giren, ama sağlam dostlarımdan biridir. Evlenmeden önce yoğun iş ve sosyal yaşam içinde çok bunalıyordum. Spor benim için bir nevi sakinleşme ve stres atma yöntemi oluyordu. Eğer insanın spor yapma alışkanlığı yoksa bir yaştan sonra ancak salon sporları yapabiliyor. Bu nedenle de bugüne kadar birçok farklı salonda ve farklı insanlarla birlikte çalıştım. Yılların gözlemiyle de bu konuda anlatacak çok hikâye birikti.

Şöyle salonun bir kenarına çekilip o kadınları izlerken öğrenebileceğiniz o kadar çok şey var ki… Kadına baktığınız pencereyi sporla boyadığınız zaman, ortaya çok farklı tablolar çıkıyor.

İlk olarak cebinden biraz para, hayatından biraz zaman ayırarak, içindeki “Boş ver, gidip de ne yapacaksın” diyen sesi aşıp salona gelen kadın, her zaman bir madalyayı hak ediyor demektir. Sanmayın ki bu herkesin yapabileceği bir şey. Zaman ve para konusunda sorun çıkmasa da kişisel atalet konusunda çoğu zaman şeytan galiptir.

Belirli kadın profilleri vardır: Eğitimli, disiplinli, hayat standardı yüksek, bilinçli kadın kolaylıkla spor yapabilir. Hatta birçoğunun geçmişinden gelen bir spor altyapısı vardır.
Bu kadınlar her zaman fit, bakımlı, sağlıklı, kontrollüdürler. Beş karış suratla, kafasında belirlediği kaloriyi yakacak miktarda sporunu yapar, saunasına girer, duşunu alır, çıkar gider. Ayakkabılar, eşofmanlar, çoraplar kesinlikle takımdır ve kaliteli bir spor markasınındır.  Hepsinden birkaç çeşit takımı vardır. Özel ve pahalı spor çantalarıyla gelir giderler.

Bir diğeri de ortalama kadın profilidir. Bunlar da her şeyi bilirler ama kimi zaman dikkat eder, kimi zaman da kafalarına göre takılırlar.  Her zaman fazla kiloları vardır. Kalori hesabı yerine gram hesabı yaparlar. Zayıflamak için, spora destek olabilecek diyetler yerine, zayıflama ilaçları peşinde koşarlar. Günden çıkar spora gelir, oradan da koşa koşa eve gider, yemek yapar, acıktım diyerek oturur bir de akşam yemeği yerler. Bunların bir kısmı, spora para verip gelince kendi kendilerine zayıflayacaklarına inanırlar.  Sağlıklı beslenmeyi pek bilmezler. Birkaç gün aç kalınca ve haftada üç gün spora gidince sihirli değnek değmiş gibi fit olmak isterler. Sabırları uzun vadede diyet ve düzenli sporla zayıflamaya yetmediği için hep programlarını yarıda bırakırlar ve gittikleri gezmelerde de sarmaları lüp lüp atarken “Ben de gittim spor salonuna ama bir işe yaramadı, hoca çok kötüydü” derler. Spor salonları sırf bu kadınların kötü reklamını önlemek için ne derlerse yaparlar, ama nafile…

Bakü’ye ilk gittiğimiz zaman evimizin bir spor merkezine yakın olmasına özellikle dikkat ettik. Gittikten iki gün sonra kaydoldum salona. Hoca beni görünce şaşırdı. Nedenini sorduğumda da “Buraya pek Türk kadın gelmez de onun için şaşırdım biraz” dedi. Gerçekten de 3 yıl içinde toplam bir iki tane Türk kadın gördüm, onlar da düzenli devam etmediler zaten. “Türkler spor yapmayı sevmez” dedi hoca. Utandım, bir şey diyemedim.

Zaman içerisinde gördüm ki gelen Azeri ve Rus kadınların yaşları 15’le 60 arasında değişiyor. Çoğu kilo vermekten ziyade kilolarını korumak için spor yapıyorlar. Gençlerin sayısı da hiç az değil, özellikle üniversite öğrencilerinin. Bize göre toplumda spor kültürü seviyesi daha yüksek.

Aradan geçen bunca zamandan sonra, Türkiye’ye gelmişken buradaki spor salonunun kapısını bir aralayayım dedim. Manzaraya bayıldım.  Bir salon dolusu kadın, ama ne asortiklerden ne de ortalamalardan. Bunlar farklı. Altında maksi eteği içinde eşofmanı, kafasında yemenisi, üzerinde ev kıyafeti, ayağında çorabı veya kızının-oğlunun spor ayakkabısı olan bir sürü ev kadını. Buraya vermek için paralarına kıymışlar (belki de bir şeylerden artırıp biriktirmişler), çoluğu çocuğu evde bırakmışlar, koştur koştur spora gelmişler. Plates topları, step tahtaları arasında cebelleşiyorlar. Amaçları sadece kilo vermek. Sağlık için spor onlar için biraz lüks. Spor hocası muhtemelen şimdiye kadar hayatlarındaki birkaç hocadan birisi. “Hocam hocam, kahve içsem bir şey olur mu?” diye peşinde geziyorlar. Kimi toptan düşüyor, kimi olduğu yere yığılıyor ama şamata gırgır, çok eğleniyorlar. Hiç öyle ayakkabıydı, kıyafetti, aman terlemişim gibi dertleri yok.

Hep başkaları için yaşadıkları hayatta, etraflarındaki tüm negatif insanların laflarını hiçe saymış, gelmişler. Bütün enerjilerini toplayıp step tahtasının üzerinde zıplayarak kendi hayatlarından zaman çalıyorlar, kilo bahane. Kendileri ama sadece kendileri için spor yapıyorlar. İşte bunlar çemberini kıran kadınlardan.

Onları görmek beni çok mutlu etti, gülümsedim. Bakü’deki Türk kadınları yapmıyor olabilir, ama Türk kadını spor yapar.




14 Aralık 2011 Çarşamba

Kıvrımlarda Asılı Yüzyıl...

Uçaklara özel dergiler olur. Ben Azerbaycan uçağındaki dergiye bayılırım. Değişik ülkelerden haberler, Azerice, Rusça ve İngilizce olmak üzere üç dilde yayımlanır.
Hatta yoğun bir şekilde Rusça çalıştığım dönemlerde, mecburi pratik oluyordu benim için.
Zaman hızlı geçsin diye önce Rusçasını okuyordum, çözemediğim yerde Azericesine bakıyordum. Azericesinin de tamamını anladığımı söyleyemem ama kendi kendime çok eğleniyordum.
  
Bu seferki derginin kapağında, çok eskilerden kalan, değişik işlemeli anahtarların fotoğrafları vardı. Uzun bir süre o sayfada takılıp kaldım. Anahtarların her kıvrımında ayrı bir yüzyıl asılıydı sanki. Gözlerimle teker teker kıvrımları takip ederken, bu gösterişli anahtarların eşleştiği kilitleri, kilitlerin takılı olduğu işlemeli,  muhteşem dev kapıları, bu kapıların açıldığı malikâneleri hayal ettim. Beynim o malikânelerde yaşayan insanlara ulaştı.
 
Kapılar, tokmaklar, kilitler ve anahtarlar bana çok şey ifade eden nesnelerden. Tarihi binaların bulunduğu yerleşim yerlerini dolaştığım zaman uzun süre kapılara ve aksesuarlarına hayran hayran bakıyorum. Bu kadar detay, bu kadar emek ve özen önünde saygıyla eğilesim geliyor.

Kapılar, kapı tokmakları eski zamanlarda bir nevi statü göstergesiymiş. Ne kadar büyük, gösterişli ve pahalı olursa ev sahibi o kadar varlıklı, seçkin demekmiş.

Şimdi de hiç tanımadığınız bir insanın evine gittiğiniz zaman, kapının açılmasını beklerken ilk yaptığınız şey, kapıyı ve etrafındakileri inceleyerek, içeride yaşayanlar hakkında fikir yürütmektir. Demek ki insanlardaki bu huy değişmemiş, sadece kapılar değişmiş.

Eskiden kapılarda iki tokmak bulunurmuş, biri kadınlar, diğeri erkekler için. Seslerinden ayırt edilirmiş. Biri geldiğinde hangi tokmağı çalarsa evde de o cinsiyetten biri bakarmış kapıya. Ben bunları hatırlamıyorum tabii ki ama makaralı kapı otomatiklerini hatırlıyorum. Hâlâ da bazı yerlerde kullanılır. Özellikle bahçe kapısı çaldığı zaman balkona çıkar bir bakarsın, sonra ipi çektin mi kapı açılır. Bir de kapıların arkasına çan koyulurdu, şimdinin küçük marketlerindeki gibi. Kapı açıksa birisi içeri girerken duyulsun diye. Hele mandallı kapılar, küçük çocuklar için büyüme ve güç göstergesiydi. Eğer eli yetişiyor ve mandalı kaldırmaya gücü yetiyorsa o artık büyümüş hissederdi kendini.

Küçükken müzelerde işlemeli anahtarları gördüğümde hep hayal ederdim.
Kadın çat kapı komşuya gidecek. Çantasını koluna takmış, bir eliyle iki kulaklı dev kapıyı çekiyor, diğer elinde de işlemeli kocaman bir anahtar, şakır şukur kapıyı kilitliyor, ama anahtar o kadar büyük ve ağır ki çantasına sığmıyor. Bu kare çok güldürürdü beni.

Büyüyünce anladım ki o evlerde kapı kilitlenmiyormuş. Evde o kadar kalabalık yaşıyorlarmış ki ev kapısı kilitlenecek kadar boş kalmıyormuş. Hatta bir evin kapısının kilitlenmesi toplumda çok kötü bir şey olarak algılanırmış.  

Uçak iniyor ve ben gözlerimi açıyorum, bu zamandayım. Artık oymalı kendine münhasır anahtarların yerini şifreli kartlar, makaralı kapı açıcıların yerini, kameralı otomatikler, özel kapı halkalarının yerini döküm tokmaklar, işlemeli ahşap kapıların yerini ise giderek kalınlığı artan çelik kapılar alıyor. Bir evin girişinde bulunan ve içeride yaşayan insanların karakterlerini anlatan nesneler artık standartlaşıyor. Tıpkı insanlar gibi.

Biz farkında olmadan hayatımızdan kayıp giden o kadar önemli kavramlar var ki. Çok küçük ve basit görünen, ama aslında altında hazinelerin yattığı nesneler, kavramlar, sanatlar… Yaşamın kaynağı değişim ve gelişim. Bu doğru, peki bu değişimin, temeldeki değerleri koruma altına alarak sürmesi gerekmiyor mu?

Her şeyin standartlaştığı, hayata saygının yitirildiği, ayrıntılara özenin kaybedildiği bir değişim nasıl gelişime dönüşebilir ki?

8 Aralık 2011 Perşembe

Meleğin Kanadı Suratıma Çarptı!


Çizgi filmlerin çocuklar üzerindeki etkileri hâlâ tam anlamıyla çözülemedi. Faydalı mı, zararlı mı net bir karar yok ortada. Bununla birlikte şu da bir gerçek ki insan kaç yaşına gelirse gelsin, beynindeki bazı kavramların fotoğrafları çizgi filmlerden kalma.

Mesela iyilik ve kötülük denildiği zaman, benim aklıma ilk olarak sağ tarafta kanatları pırpır eden, tepesinde ışıklı daire olan, bembeyaz bir dişi, kötülük denildiği zaman da sol tarafta, rengi kırmızı, elinde bir orak, yüzünde burun hizasına kadar maske olan bir erkek geliyor. Sevap-günah denildiği zaman da ellerinde birer defter, kalem, görüntü tamam işte.

Şimdi şimdi düşünüyorum; “iyi” neden dişi, “kötü” neden erkek? Bu aksesuarlar ne işe yarıyor acaba? Kötünün elindeki orak, kötülük yap diye dürtmek için mi? İyinin tepesindeki ışıklı lambaya hiç anlam veremiyorum zaten. Çocukların beynine bir şeyleri kazırken, ileride gelecek bu tür sorulara da hazırlıklı olmak gerek işte.

İyi insan olmak için temelde iki şeye sahip olmak gerekli, vicdan ve empati. Kiminde bunlardan biri vardır diğeri yoktur. 

Kimsesiz çocuklarla ilgilendiğim dönemlerde, yurtlarda sık bulunuyordum. Bu vicdanlı ama empati engelli insanları da orada daha yakından tanıma fırsatım oldu. Kadın çoluğu çocuğu, konu komşuyu toplamış gelmiş çocukları ziyarete. Bu çok iyi bir şey çünkü çoğu insanı kolundan çekiştiriyoruz da gelemem diyor. Gelirken de bir sürü abur cubur getirmiş (meyve tercih edilir her zaman). Oturmuş, dizine de almış bir çocuğu seviyor, bu arada da kendi çocuğu annesini izliyor. Bu sırada anne, çocuklarla kendi çocuğu arasında iletişim kurmaya çalışıyor. Buraya kadar çoğu şey süper. Yanındaki oğluna diyor ki “Bak gördün mü annesi babası onu bırakmış gitmiş. Ne kadar yazık değil mi çocuğum, hadi onunla oyna biraz.” Hazır fırsatını bulmuşken de kendi çocuğuna eğitim vermek düşüyor aklına. “Bak yaramazlık yapar sözümü dinlemezsen ben de seni bırakırım buraya…”
İnsanlar gittiği zaman bizim çocuk soruyor bana: “Abla ben yaramazlık yaptığım için mi annem babam beni buraya bıraktı gitti?” Hadi bakalım, temizle kadının iyiliğini…

İşte bu, vicdanı olup oraya gelmeyi akıl etmiş ama empati yeteneği olmadığı için kendini o çocuğun veya kendi çocuğunun yerine koyamayan insan örneği.

Bir de diğer kombinasyon var. Empati yeteneği hasbelkader gelişmiş ama doğuştan vicdan özürlüler. Bunlar daha da fena. Kendi başına kötü bir olay geliyor, bir süre sonra yakınında başka birinin başına da aynı olay geliyor. Karşıdakinin ne hissettiğini, belki de ne kadar çok acı çektiğini biliyor, ama sadece kendi başına gelmediği için mutlu. Fırsatını yakaladı mı içinde birikenler teker teker dökülüyor. “Bak bende bir şey yokmuş, gördün mü senin de başına geldi aynı şey, şimdi anladın mı ben neler çektim, iyi oldu bu da sana ders oldu, beni anlamamıştın, yalan söylediğimi düşünmüştün, al işte sana, bir tek sen değilsin ya, kaç kişinin başına geliyor aynı şey büyütmene gerek yok…”

İkisine de sahip olanlar rahatlıkla iyilik yapabilirler. Amaa işe yarar mı acaba. Doğru yer, doğru zaman ve karşıdakinin hazır olması gibi ufak tefek gereklilikler de var. Eskiden annem birine zorla bir iyilik yapmak istediği zaman ”Bak, belki de hazır değil, dikkat et” derdim. Hep şu meşhur ipekböceği hikâyesini anlatırdım. Farklı versiyonları var ama en kısa ve klasik olanı şuydu sanırım:

Babası oğlunun, ipek kozasını bir çöple karıştırdığını görünce, yanına yaklaşmış ve ona ne yaptığını sormuş. Çocuk, “Çıkması için ona yardım ediyorum, açtığı deliği genişletiyorum. Böylece kelebek olup hemen uçabilecek” diye cevap vermiş. Babası ise “Bak, o senin zor olarak gördüğün işi yaparken yani o deliği genişletmeye çalışırken aynı zamanda da kanatlarını güçlendiriyor, eğer sen onun yerine bunu yaparsan çıktığı zaman zayıf kanatlarla fazla uçamayacak ve ölecek.” der.

Son zamanlarda, birilerine kendimce onun yararına olduğunu düşündüğüm bir şey için çok ısrar ettiğimde, bu sefer de annem bana hatırlatıyor bu hikâyeyi. Bilsen de ara sıra birilerinin hatırlatması gerekebiliyor işte...

Yapılacak iyiliğe karşıdakinin gerçekten ihtiyacı var mı, yoksa sen kendi vicdanın gereği mi buna karar veriyorsun.

Eğer bütün şartları iyi gözden geçirmezsen başına çok şey gelebilir. Bu ihtimaller içinde kötünün iyisi, yapmaya çalıştığın iyilik bir süre sonra görevin hâline gelebilir. Bundan da önemlisi dışarıda ellerini açmış bekleyen bir sürü vicdan avcısı insan var. Küçük görünen bir şey, dikkat edilmezse çok büyük zararlara yol açabilir de.

Benim anladığım kadarıyla, hem kendine hem de karşıdakine zarar vermeden, incitmeden, kırmadan iyilik yapmak sanıldığı kadar kolay ve basit bir iş değil.

Benim başıma da iyilikle ilgili kötü şeyler geldiğinde ve pişman olduğumda “Meleğimin kanadı suratıma çarptı!” diyorum.


Not: Bu yazı size Ankara'dan uçup geldi. Evet, kısa bir süreliğine kendi ülkemizdeyiz. Biz hasret giderirken belki birkaç günlüğüne uzak kalabiliriz. Oğluşkiyle birlikte Hakayde’yi size emanet ediyoruz.
En kısa zamanda görüşmek üzere...

6 Aralık 2011 Salı

Kim Kimin Balyozu?

  35’e kadar insan geleceğe bakarak ilerliyor, 35’ten sonra ise geçmişi peşinde sürüyerek. Önemli olan peşinden sürüdüğün çuvalın boyutu ve ağırlığı. Ağır bir çuvalla çok ileri gidilemez. O zaman iki seçenek var; ya çuvalı ağırlaştırmayacaksın ya da taşımayacaksın.

Şöyle bir bakarsak, güzel olaylar ve sevilen dostlar baskülde hafif ama pahada ağır şeyler. Kötü olaylar ve sizden nefret eden insanlar ise baskülde oldukça ağır gelen şeyler. Tabii bunların da kendine göre bir kıymeti vardır.

İnsan kendini düşündüğü zaman, bir noktada melek sanabilir ama üzgünüm, bu dünyada kendisinden nefret edilmeyen insan olamaz. Bir insanın, bu kadar farklı insan, görüş, düşünce, karakter, ahlak anlayışı, yaşam tarzı vs. varken herkesle çok iyi anlaşabilmesi söz konusu olamaz.

Bir insandan nefret edilmesi için illa münakaşa etmesine veya bir çatışma yaşamasına da gerek yok. Öyle zamanlar gelir ki insanın sahip olduğu herhangi bir şey karşıdakinin ondan ölesiye nefret etmesine neden olabilir.

Kadınlar arasında bu bazen güzellik, erkekler arasında ise para olabilir.

Büluğ çağı dediğimiz dönemde, yavaş yavaş sosyal karakter gelişmeye başlar. İnsanın yaradılışından gelen özellikleri, sosyal ortamlara girmesiyle şekillenmeye başlar. Bu bazen çok yumuşak olabilir, bazen de çok sancılı.

Üniversiteye geldiği zaman insan, büyüdüm sanır ve kendine keskin köşeler çizer. “Ben buyum” diyebilecek kadar cesur, dünyaya meydan okuyabilecek kadar gözü karadır. Zaman içinde o köşeler yavaş yavaş törpülenmeye başlar. Kimi yerde yuvarlanmayı öğrenir, kimi yerde düşüp kalkarak zikzak çizmeyi.

Herkes iyi olsa, herkes birbiriyle anlaşsa insan nasıl şekillenecek. Birileri birilerinin balyozu olmak zorundadır.

Üniversite bitince ”Off, işte şimdi oldum ben yaa!” der, “En temiz işi de, en yüksek maaşı da hak ediyorum ben.” O zaman hayat der ki “Yook, sen daha olmadın, senin için daha çok planım var.” Bu sefer o törpünün dişleri biraz daha incelir. Bu zamana kadar kabaca şekil verildi, artık ince ayara geçildi.

Hadi bakalım evlenme zamanı. Dünyada her insanın yamuk yumuk şekliyle örtüşecek başka bir insan vardır. Bazen insanlar doğru parçayı bulur, hafif bir esnemeyle ve ufak tefek oynamalarla birleşir. Bazen de yanlış parça üzerinde inatlaşır da inatlaşır. Hayat kibarca der ki “Olmaz”. İnsan inat eder: “Olacak“. ”Peki o zaman” der hayat ve başlar yeni şekillendirme çalışmalarına. Birkaç bölüm kırılır, kimi törpülenir, kimi eklenir, zorlayarak da olsa yerleştirilir. Bu sefer ortaya ne kendi gibi olan ne de karşıdakine uyum sağlayabilmiş, ne olduğu belli olmayan insan karakterleri çıkar.

Öyle böyle derken şekillenmenin tamamlanması 35-40 yaşı bulur.

Eline bir çuval verirler, “Al, bu senin geçmişin” derler, “Sen bunlarla bu hâle geldin.”

Boş bir zamanında çuvalı dökersin önüne, başlarsın sorgulamaya. “Ben neden böyle yapmışım, bu adam neden bana bunu yapmış, ne kadar aptalca veya ne kadar akıllıca davranmışım, bunları ne düşünerek yaptım acaba, iyi ki böyle yapmışım, keşke yapmasaydım.” Çoğu incelenir, yorumlanır.


Bir zaman gelir, her insan kendi içinde yapar bu muhasebeyi. Hayata karşı kimi alacaklı çıkar, kimi borçlu. Cümleler ”Şimdiki aklım olsaydı” diye başlar bazen.

İşte bazı insanlar, yaptıkları bu muhasebeden sonra alacak verecek defterini yakar, her şeyi sıfırlarlar. Çuvaldaki güzel şeyleri tekrar yerine koyar ve yollarına devam ederler.

Kalanlar ise hayatlarının sonuna kadar, giderek ağırlaşan çuvallarını olduğu gibi peşlerinde sürürler…





























3 Aralık 2011 Cumartesi

Anne Oğul Bayramı

  Üç gündür bizim evde anne oğul bayramı var. Haftada en az iki gün, oğlumla bu bayramı kutluyoruz. Haftanın diğer günleri, Kayra’nın da benim de farklı aktivitelerimiz var. Ben ona eşlik ediyorum, o da bana. Aralarda derelerde cilveleşsek de hep bir koşturmaca içinde oluyoruz. İşte bu nedenle anne oğul bayramı bizim için çok özel.

Bayramımızın kuralları var. Öncelikle, akşama kadar evde ikimizden başka kimse olmayacak. Annesi, Kayra’nın yemekleri dışında başka hiçbir şey yapmayacak. Kesinlikle televizyon açılmayacak. Genelde Kayra’nın sevdiği yemekler yapılacak. Uyku ve yemek saatleri dışında çoğunlukla oyun oynanacak. Uzun keyif masajları yapılacak. Kurallarımız böyle devam edip gidiyor.

Bu arada, son üç gündür sularımız da kesikti. Yıllar önce birisi bana, “Eurovision şarkı yarışması yüzünden sularınız kesilecek” dese çok gülerdim herhâlde. (Azerbaycan Eurovision’a hazırlanıyor, hem de bomba gibi. Bütün şehir neredeyse yeniden yapılandı diyebiliriz. Altı, üstü, yolları, binaları, ara sokaklardaki çöp kutularına varana kadar yenileniyor.)

Suların kesilmesi bizim için biraz zor oldu tabii, ama diğer yandan da ara sıra burnumuzun sürtülmesi gerekiyor demek ki. İnsan, eski usul bulaşık yıkamaya çalışırken, bırakın bulaşık makinesini, çeşmeden gürül gürül akan suyun altında bulaşık yıkamanın kıymetini anlıyor.

“Bir şeylerin kıymetini kaybedince anlamak…” Bu da klişeleşmiş ve duy-geç cümlelerden biri olmuş durumda. 

Sular kesikken, her su lazım olduğunda, kafam hep başka yerlere gitti. Eskiden sular gittiği için evin kıyısında köşesinde her zaman dolu duran şişeler, elektrikler sık kesildiği için sağda solda hazır duran mumlar, benim hayal meyal hatırladıklarım. Daha da eskilerin anlattığı ekmek, yağ kuyrukları var. Kadınlar, o zaman kafalarını daha çok çalıştırıyorlarmış. Nereden ne çıkarabilirim, hangi işi hangi sırada yaparsam daha çok verim alabilirim diye düşünmek zorunda kalıyorlarmış. Mesela bir bidon suyla, temizden kirliye doğru sırayla birçok iş görülürmüş.

Lükse ne kadar alışmışız. Bu devirde imkânı olduğu hâlde, hayat felsefesi gereği, sadece ihtiyacı olan miktarla yaşamayı becerebilen kaç kişi var acaba?

İnsan ne kadar yüksekte yaşamaya alışırsa, oradan düşünce canı daha çok acıyor. Bu da pek önemli olmuyor, çünkü ona da alışıyor ve geçmişi unuttuğu gibi onu da unutuyor.

Şu anda kaç kişi cep telefonu yokken nasıl yaşadığını net hatırlayabiliyor ki? Peki, hatırladığı olaylara şaşırmayan var mı?

Kıymet bilme alışkanlığı, sanırım en temelden, çocukluktaki eğitimden gelen bir özellik. Çocuklara, bir şeyleri kaybetmeden kıymetini bilmek nasıl öğretilir acaba? Daha çocukluğunda en tepelerde yaşamaya alışan insanlar büyüdüklerinde ne yaparlar? 

Buradan bakınca, anneler üçe ayrılıyor: Birinci grup, hayatını tamamen çocuğuna göre programlayan, onu merkeze koyarak yaşayan, kendiyle birlikte evini ve eşini de buna göre düzenleyen anneler. Çocuğun rahatı bozulmasın, üşümesin, hasta olmasın, korkmasın diye evden dışarı çıkarmayan, kimseyle görüşmeyen, ona evin içinde sadece kendine bağımlı bir dünya kuran anneler.

Bu tür çocuklar ileride evden çıktığı zaman daha çok hastalanıyor, her zaman kendini hayatın merkezinde sanıyor, anne bağımlısı olarak yaşıyor, insanlarla iletişim kuramıyor ve sosyal hayata karışamıyor. Annelerini kaybettikleri zaman ise kendilerini bulamıyorlar.

İkinci grup anneler ise çocuğunu kendinin bir uzantısı olarak gören, merkeze kendini koyan, çocuğunun, ondan önceki hayatındaki hiçbir şeyi değiştirmesine izin vermeyen, önce kendi bakımını, ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra onu düşünen anneler.

Bu çocuklar ise hayatta kendilerini her zaman ikinci planda düşünüp ona göre davranıyorlar ve özgüven eksiklikleri nedeniyle, kendilerini hiç bir zaman ön plana çıkaramıyorlar.

Üçüncü grup anneler ise merkeze “aile” kelimesini koyan ve çocuğuna ailenin değerli bir parçası olduğunu hissettiren, merkezin her zaman değişebileceğini öğreten, kazanmak kadar kaybetmeyi de öğretmeye çalışan anneler.

Biz haftanın birkaç günü farklı ortamlarda, insanların arasında, bazen kargaşanın gürültünün ortasında, bazen çok huzurlu yerlerde zaman geçirerek, farklı şartlara ve insanlara uyum sağlamayı öğreniyoruz. Kayra hayatın ahengini hissediyor. Farkındalığı artıyor. Birbirimizin yanındayken, özlemeyi öğreniyoruz.  

Kalabalığın içinden kaçıp evimize sığınıyoruz, kapımızı kapatarak birbirimize “Şşşttt” diyoruz ve kıkırdamaya başlıyoruz.

Yalnızlığımızın kıymetini, birbirimizi kaybetmeden ama özleyerek anlamayı öğreniyoruz.  

29 Kasım 2011 Salı

Tarih Affeder mi Acaba?

Kafamdaki kütüphane yine birbirine girmiş durumda. Aldığım bilgiyi, bulduğum yere kaydedince böyle oluyor işte. İstediğim zaman aradığım bilgiye ulaşamıyorum. Her yeni bilgiyi aldığımda bağlantısını bulup, kendi kıvrımına yerleştirebilsem süper olacak ama yapamıyorum işte.

Bir de olmazsa olmaz bilgilerin, kıvrım rafları var. Onların da kimisi dolu, kimisi boş. Son zamanlarda hep tarihle ilgili bilgiler lazım oluyor, elimi atıyorum boş çıkıyor. Sağa sola bakınıyorum başka kıvrımlara mı karışmış diye, yok. Kütüphanemde yeterli tarih bilgisi yok demek ki. Beynimin tarihe ait kıvrımları boş bırakılmış, belki günün birinde dolar diye.

Dünyada kötü bir şey olduğunda suç hep Amerika’ya atılır ya, ben de eğitim sistemindeki tarih bölümünde pis bir Amerika kokusu alıyorum. Sanki birileri, “Elinizden geleni yapın, çocukları tarihten nefret ettirin” diye para vermiş. Çocuklar geçmişlerini öğrenmesinler, unutsunlar, büyüyünce de şaşkın tavuk gibi ortada gezsinler, “Biz kimiz, nereden geldik” diye bön bön etraflarına bakınsınlar.

Bazı cesur ve savaşçı öğretmenler buna karşı çıkıyorlar tabii ki ve baskılara rağmen tarihi sevdirmek için tüm güçlerini sarf ediyorlar, ama azınlıktalar sanki.

Tarih dersi bana, gün-ay-yıldan oluşan, kronolojik olarak dizilmiş sayfaların ezberlenmesi gibi gelirdi. Nefret ederdim. Gelen giden tarihi iyi bilmelisin derdi. Doğumlar, ölümler, savaşlar ve tarihleri. Belirli bir döneme kadar tarih bunlar demekti benim için ve bunları neden bilmem gerektiğini bir türlü çözemedim. Zaten ezber en büyük kâbusum oldu hep, bir de üzerine baskı. Kaç Deyyan kaçabildiğin kadar, dedim kendi kendime. Nasıl bir korkuyla kaçmışsam kendimi makine mühendisliğinde buldum. Halbuki benim edebiyatım kuvvetliydi. (Tarih, sen bana neler yaptın!)

Uzun zaman dilimde hep aynı türküyle gezdim. “Tarih, senden nefret ediyorum.”

Yıllar sonra elime, babamın kitaplığındaki Tercüman Yayınları’nın tarihi romanları geçti. Merak ettim. Korka korka kapağını açtım, sonra baktım fena değil, birkaç cilt okudum. Şaşırdım. Benim tarih sandığım şey gerçek tarih değilmiş.

Aramızda sempati oluşmaya başladı. En azından gördüğüm yerde kafamı çevirmiyordum artık. Tanıdıkça da sevmeye başladım.

Öyle bir zaman geldi ki yüzüm yavaş yavaş gelecekten çok, geçmişe dönmeye başladı. Bu sefer geçmişle ilgili öğrenmek istediklerim sayfalar tuttu, ama iş işten geçmişti. Bu zamana kadar yavaş yavaş, hazmederek, ilmek ilmek örerek öğrenmem gereken tarih, dağ gibi karman çorman yığıldı beynimin kapısında.

Bunu da öğreneyim, dediğimi tuttum getirdim kapıya. Hepsinde ayrı ayrı gözüm kalıyordu ama hiç birini bir türlü derleyip toplayıp, düzenli bir şekilde yerleştiremedim kıvrım rafına.

Meğer tarih, aylı yıllı ders değilmiş, bir insan ömrünün öğrenmeye yetmeyeceği kadar büyük bir dünyaymış. Neden kimse oturup da bunu adam gibi anlatmadı bana bilmiyorum. Daha çocukken bozdular aramızı. Aslında çok seviyormuşum ben onu.
(Affet beni tarih!)

Ömrünü tarihe adamış insanlara imreniyorum. Şairlerden sultanlara, ressamlardan filozoflara kadar hangi kapağı kaldırsanız, kitap gibi dökülüyorlar. Onları dinledikçe hem cahilliğimden utanıp küçüldükçe küçülüyorum, hem de iki kelime daha öğrenebilsem deyip ağzım açık dinliyorum.

Bir tarafımda geçmiş var, diğer tarafımda oğlum. Şimdi anlıyorum ki tarih, geçmişin geleceğe emanetiymiş. Benim bu emaneti zamanında alıp, güzelce muhafaza edip, vakti geldiğinde de Kayra’ya vermem gerekiyormuş. 

Kulağımın bir köşesinde buna benzer şeyler, basmakalıp cümlelerle çınlıyor ama ben bunu hiç derinlemesine irdelemedim. Çocuğum olduktan sonra, elimde yeterince verecek emanet olmayınca kafama taş düştü ancak.

Pes etmiş değilim. O büyüyene kadar ne biriktirebilirsem kârdır. Hiçbir şeyim olmasa bile, en azından ona tarihle neden dost olması gerektiğini öğretebilirim.  

Ben emanete, kendi payıma düşen kadar sahip çıkamadım ne yazık ki ama kendi payından çok daha fazlasını omuzlamaya çalışanların emrine amadeyim her zaman. Oğlum için…    
















27 Kasım 2011 Pazar

Korku Biriktiriyor

Benim kuşağımda pazar gecesi demek, banyo demektir. Annem elinde havlu peşimizden koşardı. Arada bir sinirlenip “Hadi demekten dilimde tüy bitti” derdi. Dildeki tüyün nasıl bittiği en büyük merak konusuydu. Bazen anneler çok anlaşılmaz olabiliyor. Ara sıra Kayra da bana garip garip bakıyor. Sanırım onun annesi benimkinden çok daha garip.

Bu pazar gecesi, adettendir diye, Kayra’nın da banyo gecelerinden biri. Bizim için çok zorlu bir saat, çünkü banyo yapmaktan hiç hoşlanmıyor.

Kayra artık büyüyor ve korkuları başlıyor. Bir noktaya kadar bebekler hiçbir şeyden korkmuyor. Deneyimleri yok, bilinçlerinin altı-üstü tertemiz ama bir noktadan sonra aniden korkular başlıyor. Farkındalık artıyor, seçim hakları doğuyor, artık birey olduklarını göstermek istiyorlar. Tercihler yapıyorlar ve doğal olarak da onları bir nedenden ötürü korkutan bir şeyi tercih etmek istemiyorlar. Siz buna zorlarsanız, inatlaşma başlıyor bu sefer korktuğu için değil, inatlaştığı için istememeye başlıyor.

Düşünüyorum taşınıyorum, Kayra’nın korkularına neden arıyorum, bulamıyorum. Kendime dönüyorum. Düşünüyorum ben nelerden ve neden korkuyorum. 

İnsan hayatında, sağa sola sert bir şekilde çarpmasın, yanlış ve tehlikeli yollara sapmasın diye, doğuştan gelen “bariyer duygular” vardır. Bu birkaç çeşit duygu, farkında olmadan insanı yönlendirir.

İnsan sadece aklıyla karar veremez. O farkında olmadan arka planda, “bilinçaltı komutanlığında” çalışan istihbarat askerleri vardır. Bu askerler devamlı akla gizli bilgi aktarır, kimi zaman bazı duygularla onu yönlendirebilirler.

Korku bu bariyer duygulardan biridir ve devamlı bilinçaltıyla birlikte çalışır. Çok ileri gitmediği sürece birçok korkumuzun farkında olmuyoruz aslında.

Kayra büyürken korkularını biriktirmeye başladı, ben de onunla birlikte sahip olduğum ama fark etmediğim duyguları güncellemeye başladım. Meğer ne kadar çok şey varmış. Asansörde kalmaktan korkuyorum, düşüp bir yerimi kırmaktan korkuyorum, deprem, sel, yangın gibi felaketlerden korkuyorum, hasta olmaktan korkuyorum, birilerinin Kayra’ya zarar vermesinden korkuyorum… Bu liste uzayıp gidiyor.

Bunlar sadece bendemi var acaba diye sağıma soluma baktığımda, aslında birçoğunun her insanda olduğunu görüyorum. En basitinden, hiçbir şeyden korkmam diyende bile yakınlarını kaybetme korkusu var. Biz fark etmesek de devamlı bu duygularla yaşıyoruz.

Bir bakıma güvenliğimizi sağlıyor bu duygular. Daha dikkatli ve bilinçli yaşıyoruz. Kendimizi daha çok koruyoruz. Ama duygunun miktarı, gerekeni aşınca işte o zaman işler karışıyor. Fobiler meydana çıkıyor.

Birkaç gün önce bir programda söylüyorlardı; yükseklik korkusunun asıl nedeni boşluk ve düşme hissiymiş. Onun da temeline inince, kendini güvende hissetmeme duygusuna kadar gidiyormuş. İnsanoğlunda akıl almayacak, yüzlerce fobi çeşidi var. Hepsine mantıklı açıklamalar bulmak imkânsız. İş dönüp dolaşıp yine bilinçaltı komutanlığında bitiyor.

Fobiler zamanında çözülemezse, ilerleyip takıntılara dönüşebiliyor. İş içinden çıkılamaz bir hâl alıyor ve ne yazık ki insanların hayat standartlarını çok fazla etkiliyor.

Korku insanın hayatında olmazsa olmaz, yaşamın büyük bir bölümünü yönlendiren, çoğu zaman kötü hissettiren ve elimizde olsa silmek isteyebileceğimiz bir duygu.

Bütün bunların yanında insanoğlunun inanılmaz zevk aldığı da bir duygu. Birçok spor dalı bu temel üzerine kurulmuş. Film sektöründe en çok iş yapan grup, korku filmleri.
Bu insanların hayatlarındaki korku miktarı yetmediği için takviye isteği mi, yoksa bir şekilde baş etme yöntemi mi onu daha çözebilmiş değilim.

Şu aralar Kayra’nın bizi çok uğraştıran kokularından birisi de çığlık. Özellikle kadın çığlığı. Gerçi bu devirde kadın çığlığından ürkmeyecek erkek yoktur ama hiçbiri bizimki gibi ağlamıyordur sanırım.

Kayra’ya korkularıyla baş edebilmeyi nasıl öğretmeliyiz? Devamlı suya sokup çığlık atarak, üzerine mi gitsek acaba, yoksa bir süre bunlardan uzak durup, unutması için dua mı etsek…

Hayatı boyunca daha ne korkular biriktirecek, ben de bundan korkuyorum işte!



















24 Kasım 2011 Perşembe

Bebeği Kıskandı!!

  Bir kadın ve bir erkek çok düşündükten sonra, bir çocuk yapmaya karar verdiler.  Malum hayat pahalı ve  hadi deyince karar verilmiyor çocuk yapmaya. Bir miktar birikim yapmak gerekiyor, en azından bir süre geleceğini garantilemek gerekiyordu. İkisi iki taraftan çalıştılar çabaladılar ve sonunda  bir miktar parayı denkleştirdiler. Hayatlarında çocukları için bir bölüm düzenlediler, kendilerine çeki düzen verdiler, bu kararlarını sevdikleriyle paylaştılar.

  Doğan çocuklarına 'Evlilik' adını verdiler.

  Kadın ve erkek birbirlerini çok seviyorlardı ve bu sevgiden doğan ‘evlilikleri’ ise onlar için çok heyecan vericiydi. İlk başlarda acemiydiler, telaşlandılar, ikisi de ne yapacaklarını, nasıl davranmaları gerektiğini bilemiyorlardı ama bir o kadar da mutluydular. Etraflarındaki deneyimli insanlar devamlı tavsiyelerde bulunuyorlardı. ‘Bu iş çok zor, dikkatli olun, özellikle 0-3 yaş dönemi çok önemli, yalnız baş edemezsiniz, birbirinize yardımcı olmalısınız, (kadına ve erkeğe)  sen böyle davranmalısın, sen de bunlara dikkat etmelisin, bizimki şöyle oldu , böyle oldu…’ gibi tavsiyeler ikisinin de kafasını çok karıştırıyordu başlarda ama sonradan içlerinden gelen sesi ve birbirlerini dinlemeye karar verdiler.

    İlk zamanları çok mutlu ve  eğlenceli geçiyordu. Gerçi aynı evde yaşamak biraz farklı geliyordu onlar için ama zamanla  alıştılar ve birbirlerine uyum sağlamayı başardılar.

‘Evliliğin’, evde en sevdiği köşelerden birisi televizyonun karşısındaki koltuktu.  Kadın sıcak çikolata yapıyor, mısır patlatıyor ve hep birlikte film izliyorlardı.

       Akşamları erkek eve koşarak geliyordu, elinde mutlaka bir iki poşet oluyordu. Ara sıra da bir buket çiçek. Kadın onu heyecanla karşılıyor ve sıkı sıkı sarılıyorlardı. ‘Evlilik’  uzaktan izlediği bu sahneye bayılıyordu, bu mutluluktan besleniyordu, bir nevi.

  Zaman hızlı geçiyor ve 'Evlilikleri' de  büyüyordu. Artık herkes yeni hayata alışmıştı. Kadın ve erkek ‘Evlilikleri’ büyüdükçe, kendi kendine bakabileceğini düşünüp, zamanla kendi hayatlarına konsantre olmaya başladılar. Arada da neler olup bittiğini kendilerince kontrol ediyorlardı ama yanıldılar. Evlilik devamlı ilgi bekleyen bir çocuktu ve hayatları boyunca da böyle kalacaktı.

   Bir dönem ikisi de kendi işlerine o kadar daldılar ve çocuklarını o kadar ihmal ettiler ki sonunda ‘Evlilik’ hastalandı. Neşesini yitirdi, keyifsizleşti, sevdiği şeyler ona eğlenceli gelmemeye başladı, bazı sabahlar ev onun gerginliği ile güne başlıyordu. Kadın ve erkek neler  olup bittiğini anlamadan, birbirlerini suçlamaya başladılar. ‘Senin yüzünden’ cümlesi çok dolaşmaya başladı evin içinde. Herkes birbirine düşman olmuştu. En ufak şeylerden büyük kavgalar çıkıyor, kapılar çarpılıyordu. Onlar böyle yaptıkça Evlilik daha çok fenalaşıyordu, kendi dertlerinden ve birbirlerini suçlamaktan onu daha çok  ihmal ediyorlardı. Biraz daha böyle giderse çocuklarını kaybedeceklerdi.

     Sonunda baktılar ki böyle bir yere varılamıyor, oturdular sakin sakin konuştular.Eski günleri düşündüler. Kadın gitti, fotoğraf albümlerini getirdi. Birlikte teker teker eski fotoğraflarına baktılar, mutlu oldukları günleri, çocuklarının ilk zamanlarını ve birbirlerini ne kadar sevdiklerini hatırladılar. Birbirlerini ne kadar çok ihmal ettiklerini fark ettiler.

En önemlisi çocuklarının her zaman onlara ihtiyacı olduğunu, ikisinden de  ayrı ayrı ilgi beklediğini, kimsenin sorumluluklarını diğerine yıkmaması gerektiğini ve birbirlerinin çok özlediklerini fark ettiler.  

  Bir süre baş başa zaman geçirdiler, sadece çocuklarına konsantre oldular. Bütün bunların sonucunda  Evlilikleri yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Tabi ağır bir hastalık geçirdiği için, birden bire iyileşemedi ve onları çok uğraştırdı ama sonunda  kendine geldi. O keyifli eğlenceli günlere geri döndüler.

   Bir süre sonra da çok güzel bir bebekleri oldu. Kadın ve erkek bu sefer de bebeğe yoğunlaşmaya başladılar. Evliliğin yine canı sıkıldı, biraz da kıskandı. Yine herkes kendi derdine düşmüştü. Kadın akşama kadar sadece bebekle uğraşıyordu, erkek ise kapıdan girer girmez soluğu beşiğin yanında alıyordu. Bu sefer, durum daha farklı olduğu için sakindi. Geçici bir dönem olduğunu biliyordu.

‘Neyse’ dedi Evlilik: ‘Önemli değil, beklerim, eninde sonunda nasıl olsa bana ihtiyaçları var. Bu evde ben kalıcıyım, o gidici.’

   Nitekim de öyle de oldu Aradan yıllar geçti, diğer bebekler büyüdü, hepsi teker teker kendi hayatlarına gitti. Kadın - erkek ve çocukları kaldı baş başa. Evlilik keyifliydi.

    Bu sefer  evde en sevdiği köşe; camın önündeki iki tekli koltuk ve ortada ki sehpanın olduğu köşeydi. Kadın gitti iki tane kahve yaptı geldi…..


Not: Yukarıdaki hikayenin belirli şahıs  ve olaylarla ilgisi yoktur ( bu biz oluyoruz), tamamen sosyolojik araştırmalardan yararlanılarak kaleme alınmıştır( Yani bütün evliliklerle ilgisi var..)



21 Kasım 2011 Pazartesi

Genel Kültür Diploması!!


Kalbimin fırlattığı kelimeleri, dilim raket gibi geri gönderiyor. İçime düşen kelimeler sağa sola çarparken harfleri dağılıyor. Her seferinde başa dönmek zorunda kalıyorum. Bu dilimin asiliği nedendir, anlayamadım. Kıskanıyor, kelimelerimizi paylaşmayalım diyor, diğer taraftan da kafası gözü dağılan harfler, sendeleye sendeleye tekrar kol kola giriyor ve büyük bir inatla biz çıkacağız diyor. İçimdeki bu çekişme nefesimi daraltıyor.

Her dilde bazı mucizevi kelimeler vardır. Bizim dilimizdeki ”kültür” kelimesi de bunlardan biridir. Nereye koyarsan koy oturur, cümleye göre anlam kazanır, önüne arkasına eklenen kelimelerle farklı kılıklara girer, hatta sıkışıp kelime bulunamayan bazı yerlerde kurtarıcı bile olabilir.

Bizim dönemimizde lisede, aldığın derslere göre sayısal ya da sözel guruba giremiyorsan, “Genel Kültür Bölümü’nden mezun” yazardı diplomanda. Bu bir nevi, çok şey bilen ama bir yere ait olmayan bölümün mezununa verilen isimdi.

Bu devirde insanlar birbirlerini kültür seviyelerine göre sınıflandırıyor. Karşıdaki insanın kültür seviyesi hangi referansa göre ölçülüyor, pek bilemiyorum.

Düşünüyorum, kültürlü insan nasıl olunur veya kültürlü insanlar nasıl olur. Çok okuyan mı, her konuda bilgiye sahip olan insan mı (böyle bir şey mümkünse tabii), bir konuda uzmanlaşmış insan mı, muhabbeti tatlı insan mı, çok gezdiği için her şeyden haberi olan insan mı, hangisi?

Geçenlerde bir yazarın röportajını dinlerken, elime kâğıt kalem almak zorunda kaldım. Çünkü anlattıklarına, cümlelerine yetişemedim. Ben bir önceki cümlenin anlamını çözmeye çalışırken, o yeni birini söylüyordu. En sonunda, yazayım da sonra düşüneyim bari dedim. Yirmi dakikalık konuşma içinde bir tane bile anlamsız cümle kurulamayabiliyormuş. İşte benim sözlüğümde kültürlü diye böyle insanlar vasıflandırılıyor.

Bir de olayın diğer yüzü var tabii. Dört-beş saat aralıksız konuşulduğu hâlde bir tane anlamlı cümle çıkmayabiliyor. Bence bu da diğeri kadar büyük bir başarı ve hatta günümüzde bunu başarabilen insan sayısı daha fazla.

Alınan bilgi, ilk olarak beynin merkezine, yirmi saniyelik bölüme geçiyor, sonra geçmişten bir bağlantı kurulabilirse bilgi bağlanıyor ve sabit hafızaya geçiyor, son aşamada ise beynin dış çeperine kaydediliyormuş. Çok zeki ve bilgili insanların beyin çevresindeki yüzey alanı geniş olurmuş, bunun için de kıvrımları daha fazla olurmuş. Beynini çok fazla kullanmayan insanlarınki ise dümdüz bir daire şeklinde olurmuş.

Bilginin ve öğrenmenin sınırı yok. Birden fazla konuda uzmanlaşmak ise nadir ve çok özel insanların ömre sığdırabildikleri bir şey.

Geriye kalan insanların ise cümlelerini doldurabilmesinin en pratik yolu bir konuda uzmanlaşıp, yan dallar hakkında genel bilgiye sahip olmak. Her ne kadar günümüzde ıvır zıvır her konuda, özellikle de güncel konularda biraz bilgisi olan insan, kültürlü sayılsa da bu geçerli değil. Tabii ki bu insanların da kültürlü sayıldığı saygıdeğer (!) ortamlar var, ama benim anlatmaya çalıştığım kültür bu değil.


Kültür denilen kavram, toplumda anlaşılabilme oranının yüksek olduğu konularda daha çok geçerlidir. Televizyonda kültür ve sanat haberleri denilince kitap, resim, sinema ve tiyatrodan bahsedilir. Sinema, tiyatro ve resim sanat kategorisine girdiğine göre, kültür kısmına da kitap kalıyor.


Ülkemizde meslekler, sayısal, sözel ve genel kültür diye üçe ayrılıyor. Sözel ve genel kültür kategorisindeki mesleklere sahip insanlar, ister istemez sosyal yaşamla biraz daha iç içe olabiliyorlar. Diğer insanların özel olarak zaman ayırdıkları birçok faaliyeti meslekleri dahilinde yapabiliyorlar.

Sayısal bölümdekiler ise üniversite hayatından başlayarak biraz daha asosyaldir. Çalışma hayatında çoğunlukla herkesin anlayamayacağı işler yapar, çok yoğun çalıştıkları için de zaman problemi yaşarlar. Özel bir çaba sarf ederek kültürel faaliyetlere zaman ayırmazlarsa, bu konularda kolaylıkla dışarıda kalabilirler.

Hayat şartları, yoğun iş tempoları, toplumsal şartlanmalar, zaman içinde insanların hayattan zevk almalarını engelliyor. Hayatlarını monotonlaştırıyor. İnsanların konuşmaya ve paylaşmaya ihtiyacı var.

İşte kültür denilen kristal kavrama bakıldığında, bu kristalin sadece bir köşesinden yansıyan, insanların hayattan zevk almak için genel konularda paylaştıkları bilgi birikimidir. 

Siteden yapılan alıntılar tek koşul altında izin kapsamındadır: Alıntı yapılmadan önce izin alınmalı,alıntı yapıldıktan sonra, sitenin adresi görünür ve okunur tarzda yazılmalıdır. İzinsiz ve kaynak belirtilmeden yapılan alıntılar, özellikle de yazıların başka isimler altında yazılmış gibi gösterilmesi,5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
 
Powered by Blogger