Sayfalar

29 Kasım 2011 Salı

Tarih Affeder mi Acaba?

Kafamdaki kütüphane yine birbirine girmiş durumda. Aldığım bilgiyi, bulduğum yere kaydedince böyle oluyor işte. İstediğim zaman aradığım bilgiye ulaşamıyorum. Her yeni bilgiyi aldığımda bağlantısını bulup, kendi kıvrımına yerleştirebilsem süper olacak ama yapamıyorum işte.

Bir de olmazsa olmaz bilgilerin, kıvrım rafları var. Onların da kimisi dolu, kimisi boş. Son zamanlarda hep tarihle ilgili bilgiler lazım oluyor, elimi atıyorum boş çıkıyor. Sağa sola bakınıyorum başka kıvrımlara mı karışmış diye, yok. Kütüphanemde yeterli tarih bilgisi yok demek ki. Beynimin tarihe ait kıvrımları boş bırakılmış, belki günün birinde dolar diye.

Dünyada kötü bir şey olduğunda suç hep Amerika’ya atılır ya, ben de eğitim sistemindeki tarih bölümünde pis bir Amerika kokusu alıyorum. Sanki birileri, “Elinizden geleni yapın, çocukları tarihten nefret ettirin” diye para vermiş. Çocuklar geçmişlerini öğrenmesinler, unutsunlar, büyüyünce de şaşkın tavuk gibi ortada gezsinler, “Biz kimiz, nereden geldik” diye bön bön etraflarına bakınsınlar.

Bazı cesur ve savaşçı öğretmenler buna karşı çıkıyorlar tabii ki ve baskılara rağmen tarihi sevdirmek için tüm güçlerini sarf ediyorlar, ama azınlıktalar sanki.

Tarih dersi bana, gün-ay-yıldan oluşan, kronolojik olarak dizilmiş sayfaların ezberlenmesi gibi gelirdi. Nefret ederdim. Gelen giden tarihi iyi bilmelisin derdi. Doğumlar, ölümler, savaşlar ve tarihleri. Belirli bir döneme kadar tarih bunlar demekti benim için ve bunları neden bilmem gerektiğini bir türlü çözemedim. Zaten ezber en büyük kâbusum oldu hep, bir de üzerine baskı. Kaç Deyyan kaçabildiğin kadar, dedim kendi kendime. Nasıl bir korkuyla kaçmışsam kendimi makine mühendisliğinde buldum. Halbuki benim edebiyatım kuvvetliydi. (Tarih, sen bana neler yaptın!)

Uzun zaman dilimde hep aynı türküyle gezdim. “Tarih, senden nefret ediyorum.”

Yıllar sonra elime, babamın kitaplığındaki Tercüman Yayınları’nın tarihi romanları geçti. Merak ettim. Korka korka kapağını açtım, sonra baktım fena değil, birkaç cilt okudum. Şaşırdım. Benim tarih sandığım şey gerçek tarih değilmiş.

Aramızda sempati oluşmaya başladı. En azından gördüğüm yerde kafamı çevirmiyordum artık. Tanıdıkça da sevmeye başladım.

Öyle bir zaman geldi ki yüzüm yavaş yavaş gelecekten çok, geçmişe dönmeye başladı. Bu sefer geçmişle ilgili öğrenmek istediklerim sayfalar tuttu, ama iş işten geçmişti. Bu zamana kadar yavaş yavaş, hazmederek, ilmek ilmek örerek öğrenmem gereken tarih, dağ gibi karman çorman yığıldı beynimin kapısında.

Bunu da öğreneyim, dediğimi tuttum getirdim kapıya. Hepsinde ayrı ayrı gözüm kalıyordu ama hiç birini bir türlü derleyip toplayıp, düzenli bir şekilde yerleştiremedim kıvrım rafına.

Meğer tarih, aylı yıllı ders değilmiş, bir insan ömrünün öğrenmeye yetmeyeceği kadar büyük bir dünyaymış. Neden kimse oturup da bunu adam gibi anlatmadı bana bilmiyorum. Daha çocukken bozdular aramızı. Aslında çok seviyormuşum ben onu.
(Affet beni tarih!)

Ömrünü tarihe adamış insanlara imreniyorum. Şairlerden sultanlara, ressamlardan filozoflara kadar hangi kapağı kaldırsanız, kitap gibi dökülüyorlar. Onları dinledikçe hem cahilliğimden utanıp küçüldükçe küçülüyorum, hem de iki kelime daha öğrenebilsem deyip ağzım açık dinliyorum.

Bir tarafımda geçmiş var, diğer tarafımda oğlum. Şimdi anlıyorum ki tarih, geçmişin geleceğe emanetiymiş. Benim bu emaneti zamanında alıp, güzelce muhafaza edip, vakti geldiğinde de Kayra’ya vermem gerekiyormuş. 

Kulağımın bir köşesinde buna benzer şeyler, basmakalıp cümlelerle çınlıyor ama ben bunu hiç derinlemesine irdelemedim. Çocuğum olduktan sonra, elimde yeterince verecek emanet olmayınca kafama taş düştü ancak.

Pes etmiş değilim. O büyüyene kadar ne biriktirebilirsem kârdır. Hiçbir şeyim olmasa bile, en azından ona tarihle neden dost olması gerektiğini öğretebilirim.  

Ben emanete, kendi payıma düşen kadar sahip çıkamadım ne yazık ki ama kendi payından çok daha fazlasını omuzlamaya çalışanların emrine amadeyim her zaman. Oğlum için…    
















27 Kasım 2011 Pazar

Korku Biriktiriyor

Benim kuşağımda pazar gecesi demek, banyo demektir. Annem elinde havlu peşimizden koşardı. Arada bir sinirlenip “Hadi demekten dilimde tüy bitti” derdi. Dildeki tüyün nasıl bittiği en büyük merak konusuydu. Bazen anneler çok anlaşılmaz olabiliyor. Ara sıra Kayra da bana garip garip bakıyor. Sanırım onun annesi benimkinden çok daha garip.

Bu pazar gecesi, adettendir diye, Kayra’nın da banyo gecelerinden biri. Bizim için çok zorlu bir saat, çünkü banyo yapmaktan hiç hoşlanmıyor.

Kayra artık büyüyor ve korkuları başlıyor. Bir noktaya kadar bebekler hiçbir şeyden korkmuyor. Deneyimleri yok, bilinçlerinin altı-üstü tertemiz ama bir noktadan sonra aniden korkular başlıyor. Farkındalık artıyor, seçim hakları doğuyor, artık birey olduklarını göstermek istiyorlar. Tercihler yapıyorlar ve doğal olarak da onları bir nedenden ötürü korkutan bir şeyi tercih etmek istemiyorlar. Siz buna zorlarsanız, inatlaşma başlıyor bu sefer korktuğu için değil, inatlaştığı için istememeye başlıyor.

Düşünüyorum taşınıyorum, Kayra’nın korkularına neden arıyorum, bulamıyorum. Kendime dönüyorum. Düşünüyorum ben nelerden ve neden korkuyorum. 

İnsan hayatında, sağa sola sert bir şekilde çarpmasın, yanlış ve tehlikeli yollara sapmasın diye, doğuştan gelen “bariyer duygular” vardır. Bu birkaç çeşit duygu, farkında olmadan insanı yönlendirir.

İnsan sadece aklıyla karar veremez. O farkında olmadan arka planda, “bilinçaltı komutanlığında” çalışan istihbarat askerleri vardır. Bu askerler devamlı akla gizli bilgi aktarır, kimi zaman bazı duygularla onu yönlendirebilirler.

Korku bu bariyer duygulardan biridir ve devamlı bilinçaltıyla birlikte çalışır. Çok ileri gitmediği sürece birçok korkumuzun farkında olmuyoruz aslında.

Kayra büyürken korkularını biriktirmeye başladı, ben de onunla birlikte sahip olduğum ama fark etmediğim duyguları güncellemeye başladım. Meğer ne kadar çok şey varmış. Asansörde kalmaktan korkuyorum, düşüp bir yerimi kırmaktan korkuyorum, deprem, sel, yangın gibi felaketlerden korkuyorum, hasta olmaktan korkuyorum, birilerinin Kayra’ya zarar vermesinden korkuyorum… Bu liste uzayıp gidiyor.

Bunlar sadece bendemi var acaba diye sağıma soluma baktığımda, aslında birçoğunun her insanda olduğunu görüyorum. En basitinden, hiçbir şeyden korkmam diyende bile yakınlarını kaybetme korkusu var. Biz fark etmesek de devamlı bu duygularla yaşıyoruz.

Bir bakıma güvenliğimizi sağlıyor bu duygular. Daha dikkatli ve bilinçli yaşıyoruz. Kendimizi daha çok koruyoruz. Ama duygunun miktarı, gerekeni aşınca işte o zaman işler karışıyor. Fobiler meydana çıkıyor.

Birkaç gün önce bir programda söylüyorlardı; yükseklik korkusunun asıl nedeni boşluk ve düşme hissiymiş. Onun da temeline inince, kendini güvende hissetmeme duygusuna kadar gidiyormuş. İnsanoğlunda akıl almayacak, yüzlerce fobi çeşidi var. Hepsine mantıklı açıklamalar bulmak imkânsız. İş dönüp dolaşıp yine bilinçaltı komutanlığında bitiyor.

Fobiler zamanında çözülemezse, ilerleyip takıntılara dönüşebiliyor. İş içinden çıkılamaz bir hâl alıyor ve ne yazık ki insanların hayat standartlarını çok fazla etkiliyor.

Korku insanın hayatında olmazsa olmaz, yaşamın büyük bir bölümünü yönlendiren, çoğu zaman kötü hissettiren ve elimizde olsa silmek isteyebileceğimiz bir duygu.

Bütün bunların yanında insanoğlunun inanılmaz zevk aldığı da bir duygu. Birçok spor dalı bu temel üzerine kurulmuş. Film sektöründe en çok iş yapan grup, korku filmleri.
Bu insanların hayatlarındaki korku miktarı yetmediği için takviye isteği mi, yoksa bir şekilde baş etme yöntemi mi onu daha çözebilmiş değilim.

Şu aralar Kayra’nın bizi çok uğraştıran kokularından birisi de çığlık. Özellikle kadın çığlığı. Gerçi bu devirde kadın çığlığından ürkmeyecek erkek yoktur ama hiçbiri bizimki gibi ağlamıyordur sanırım.

Kayra’ya korkularıyla baş edebilmeyi nasıl öğretmeliyiz? Devamlı suya sokup çığlık atarak, üzerine mi gitsek acaba, yoksa bir süre bunlardan uzak durup, unutması için dua mı etsek…

Hayatı boyunca daha ne korkular biriktirecek, ben de bundan korkuyorum işte!



















24 Kasım 2011 Perşembe

Bebeği Kıskandı!!

  Bir kadın ve bir erkek çok düşündükten sonra, bir çocuk yapmaya karar verdiler.  Malum hayat pahalı ve  hadi deyince karar verilmiyor çocuk yapmaya. Bir miktar birikim yapmak gerekiyor, en azından bir süre geleceğini garantilemek gerekiyordu. İkisi iki taraftan çalıştılar çabaladılar ve sonunda  bir miktar parayı denkleştirdiler. Hayatlarında çocukları için bir bölüm düzenlediler, kendilerine çeki düzen verdiler, bu kararlarını sevdikleriyle paylaştılar.

  Doğan çocuklarına 'Evlilik' adını verdiler.

  Kadın ve erkek birbirlerini çok seviyorlardı ve bu sevgiden doğan ‘evlilikleri’ ise onlar için çok heyecan vericiydi. İlk başlarda acemiydiler, telaşlandılar, ikisi de ne yapacaklarını, nasıl davranmaları gerektiğini bilemiyorlardı ama bir o kadar da mutluydular. Etraflarındaki deneyimli insanlar devamlı tavsiyelerde bulunuyorlardı. ‘Bu iş çok zor, dikkatli olun, özellikle 0-3 yaş dönemi çok önemli, yalnız baş edemezsiniz, birbirinize yardımcı olmalısınız, (kadına ve erkeğe)  sen böyle davranmalısın, sen de bunlara dikkat etmelisin, bizimki şöyle oldu , böyle oldu…’ gibi tavsiyeler ikisinin de kafasını çok karıştırıyordu başlarda ama sonradan içlerinden gelen sesi ve birbirlerini dinlemeye karar verdiler.

    İlk zamanları çok mutlu ve  eğlenceli geçiyordu. Gerçi aynı evde yaşamak biraz farklı geliyordu onlar için ama zamanla  alıştılar ve birbirlerine uyum sağlamayı başardılar.

‘Evliliğin’, evde en sevdiği köşelerden birisi televizyonun karşısındaki koltuktu.  Kadın sıcak çikolata yapıyor, mısır patlatıyor ve hep birlikte film izliyorlardı.

       Akşamları erkek eve koşarak geliyordu, elinde mutlaka bir iki poşet oluyordu. Ara sıra da bir buket çiçek. Kadın onu heyecanla karşılıyor ve sıkı sıkı sarılıyorlardı. ‘Evlilik’  uzaktan izlediği bu sahneye bayılıyordu, bu mutluluktan besleniyordu, bir nevi.

  Zaman hızlı geçiyor ve 'Evlilikleri' de  büyüyordu. Artık herkes yeni hayata alışmıştı. Kadın ve erkek ‘Evlilikleri’ büyüdükçe, kendi kendine bakabileceğini düşünüp, zamanla kendi hayatlarına konsantre olmaya başladılar. Arada da neler olup bittiğini kendilerince kontrol ediyorlardı ama yanıldılar. Evlilik devamlı ilgi bekleyen bir çocuktu ve hayatları boyunca da böyle kalacaktı.

   Bir dönem ikisi de kendi işlerine o kadar daldılar ve çocuklarını o kadar ihmal ettiler ki sonunda ‘Evlilik’ hastalandı. Neşesini yitirdi, keyifsizleşti, sevdiği şeyler ona eğlenceli gelmemeye başladı, bazı sabahlar ev onun gerginliği ile güne başlıyordu. Kadın ve erkek neler  olup bittiğini anlamadan, birbirlerini suçlamaya başladılar. ‘Senin yüzünden’ cümlesi çok dolaşmaya başladı evin içinde. Herkes birbirine düşman olmuştu. En ufak şeylerden büyük kavgalar çıkıyor, kapılar çarpılıyordu. Onlar böyle yaptıkça Evlilik daha çok fenalaşıyordu, kendi dertlerinden ve birbirlerini suçlamaktan onu daha çok  ihmal ediyorlardı. Biraz daha böyle giderse çocuklarını kaybedeceklerdi.

     Sonunda baktılar ki böyle bir yere varılamıyor, oturdular sakin sakin konuştular.Eski günleri düşündüler. Kadın gitti, fotoğraf albümlerini getirdi. Birlikte teker teker eski fotoğraflarına baktılar, mutlu oldukları günleri, çocuklarının ilk zamanlarını ve birbirlerini ne kadar sevdiklerini hatırladılar. Birbirlerini ne kadar çok ihmal ettiklerini fark ettiler.

En önemlisi çocuklarının her zaman onlara ihtiyacı olduğunu, ikisinden de  ayrı ayrı ilgi beklediğini, kimsenin sorumluluklarını diğerine yıkmaması gerektiğini ve birbirlerinin çok özlediklerini fark ettiler.  

  Bir süre baş başa zaman geçirdiler, sadece çocuklarına konsantre oldular. Bütün bunların sonucunda  Evlilikleri yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Tabi ağır bir hastalık geçirdiği için, birden bire iyileşemedi ve onları çok uğraştırdı ama sonunda  kendine geldi. O keyifli eğlenceli günlere geri döndüler.

   Bir süre sonra da çok güzel bir bebekleri oldu. Kadın ve erkek bu sefer de bebeğe yoğunlaşmaya başladılar. Evliliğin yine canı sıkıldı, biraz da kıskandı. Yine herkes kendi derdine düşmüştü. Kadın akşama kadar sadece bebekle uğraşıyordu, erkek ise kapıdan girer girmez soluğu beşiğin yanında alıyordu. Bu sefer, durum daha farklı olduğu için sakindi. Geçici bir dönem olduğunu biliyordu.

‘Neyse’ dedi Evlilik: ‘Önemli değil, beklerim, eninde sonunda nasıl olsa bana ihtiyaçları var. Bu evde ben kalıcıyım, o gidici.’

   Nitekim de öyle de oldu Aradan yıllar geçti, diğer bebekler büyüdü, hepsi teker teker kendi hayatlarına gitti. Kadın - erkek ve çocukları kaldı baş başa. Evlilik keyifliydi.

    Bu sefer  evde en sevdiği köşe; camın önündeki iki tekli koltuk ve ortada ki sehpanın olduğu köşeydi. Kadın gitti iki tane kahve yaptı geldi…..


Not: Yukarıdaki hikayenin belirli şahıs  ve olaylarla ilgisi yoktur ( bu biz oluyoruz), tamamen sosyolojik araştırmalardan yararlanılarak kaleme alınmıştır( Yani bütün evliliklerle ilgisi var..)



21 Kasım 2011 Pazartesi

Genel Kültür Diploması!!


Kalbimin fırlattığı kelimeleri, dilim raket gibi geri gönderiyor. İçime düşen kelimeler sağa sola çarparken harfleri dağılıyor. Her seferinde başa dönmek zorunda kalıyorum. Bu dilimin asiliği nedendir, anlayamadım. Kıskanıyor, kelimelerimizi paylaşmayalım diyor, diğer taraftan da kafası gözü dağılan harfler, sendeleye sendeleye tekrar kol kola giriyor ve büyük bir inatla biz çıkacağız diyor. İçimdeki bu çekişme nefesimi daraltıyor.

Her dilde bazı mucizevi kelimeler vardır. Bizim dilimizdeki ”kültür” kelimesi de bunlardan biridir. Nereye koyarsan koy oturur, cümleye göre anlam kazanır, önüne arkasına eklenen kelimelerle farklı kılıklara girer, hatta sıkışıp kelime bulunamayan bazı yerlerde kurtarıcı bile olabilir.

Bizim dönemimizde lisede, aldığın derslere göre sayısal ya da sözel guruba giremiyorsan, “Genel Kültür Bölümü’nden mezun” yazardı diplomanda. Bu bir nevi, çok şey bilen ama bir yere ait olmayan bölümün mezununa verilen isimdi.

Bu devirde insanlar birbirlerini kültür seviyelerine göre sınıflandırıyor. Karşıdaki insanın kültür seviyesi hangi referansa göre ölçülüyor, pek bilemiyorum.

Düşünüyorum, kültürlü insan nasıl olunur veya kültürlü insanlar nasıl olur. Çok okuyan mı, her konuda bilgiye sahip olan insan mı (böyle bir şey mümkünse tabii), bir konuda uzmanlaşmış insan mı, muhabbeti tatlı insan mı, çok gezdiği için her şeyden haberi olan insan mı, hangisi?

Geçenlerde bir yazarın röportajını dinlerken, elime kâğıt kalem almak zorunda kaldım. Çünkü anlattıklarına, cümlelerine yetişemedim. Ben bir önceki cümlenin anlamını çözmeye çalışırken, o yeni birini söylüyordu. En sonunda, yazayım da sonra düşüneyim bari dedim. Yirmi dakikalık konuşma içinde bir tane bile anlamsız cümle kurulamayabiliyormuş. İşte benim sözlüğümde kültürlü diye böyle insanlar vasıflandırılıyor.

Bir de olayın diğer yüzü var tabii. Dört-beş saat aralıksız konuşulduğu hâlde bir tane anlamlı cümle çıkmayabiliyor. Bence bu da diğeri kadar büyük bir başarı ve hatta günümüzde bunu başarabilen insan sayısı daha fazla.

Alınan bilgi, ilk olarak beynin merkezine, yirmi saniyelik bölüme geçiyor, sonra geçmişten bir bağlantı kurulabilirse bilgi bağlanıyor ve sabit hafızaya geçiyor, son aşamada ise beynin dış çeperine kaydediliyormuş. Çok zeki ve bilgili insanların beyin çevresindeki yüzey alanı geniş olurmuş, bunun için de kıvrımları daha fazla olurmuş. Beynini çok fazla kullanmayan insanlarınki ise dümdüz bir daire şeklinde olurmuş.

Bilginin ve öğrenmenin sınırı yok. Birden fazla konuda uzmanlaşmak ise nadir ve çok özel insanların ömre sığdırabildikleri bir şey.

Geriye kalan insanların ise cümlelerini doldurabilmesinin en pratik yolu bir konuda uzmanlaşıp, yan dallar hakkında genel bilgiye sahip olmak. Her ne kadar günümüzde ıvır zıvır her konuda, özellikle de güncel konularda biraz bilgisi olan insan, kültürlü sayılsa da bu geçerli değil. Tabii ki bu insanların da kültürlü sayıldığı saygıdeğer (!) ortamlar var, ama benim anlatmaya çalıştığım kültür bu değil.


Kültür denilen kavram, toplumda anlaşılabilme oranının yüksek olduğu konularda daha çok geçerlidir. Televizyonda kültür ve sanat haberleri denilince kitap, resim, sinema ve tiyatrodan bahsedilir. Sinema, tiyatro ve resim sanat kategorisine girdiğine göre, kültür kısmına da kitap kalıyor.


Ülkemizde meslekler, sayısal, sözel ve genel kültür diye üçe ayrılıyor. Sözel ve genel kültür kategorisindeki mesleklere sahip insanlar, ister istemez sosyal yaşamla biraz daha iç içe olabiliyorlar. Diğer insanların özel olarak zaman ayırdıkları birçok faaliyeti meslekleri dahilinde yapabiliyorlar.

Sayısal bölümdekiler ise üniversite hayatından başlayarak biraz daha asosyaldir. Çalışma hayatında çoğunlukla herkesin anlayamayacağı işler yapar, çok yoğun çalıştıkları için de zaman problemi yaşarlar. Özel bir çaba sarf ederek kültürel faaliyetlere zaman ayırmazlarsa, bu konularda kolaylıkla dışarıda kalabilirler.

Hayat şartları, yoğun iş tempoları, toplumsal şartlanmalar, zaman içinde insanların hayattan zevk almalarını engelliyor. Hayatlarını monotonlaştırıyor. İnsanların konuşmaya ve paylaşmaya ihtiyacı var.

İşte kültür denilen kristal kavrama bakıldığında, bu kristalin sadece bir köşesinden yansıyan, insanların hayattan zevk almak için genel konularda paylaştıkları bilgi birikimidir. 

18 Kasım 2011 Cuma

Dakika Tuttum

 Bir akşam, elime kitabımı alıp salondaki üçlü koltuğun sol köşesine oturduğumu hatırlıyorum. Kafamı kaldırdığımda sabah saat 05.30’du. O arayı hatırlamıyorum. Koltuktan hiç kalkmamışım, susamamışım, uykum gelmemiş, sıkılmamışım. Okuduğum kitap hakkında hatırladığımsa sadece kurtlarla ilgili bir roman olduğu. İsmini, yazarını hatırlayamıyorum. (Zaten bu hafıza sorunum olmasaydı, şu anda başka yerlerde olurdum.)

Bir gün ailece pikniğe gitmişiz, benim elimde Can Dündar’ın, Vehbi Koç’la ilgili bir kitabı var, harıl harıl okuyorum. Babam döndü, “Kızım” dedi, “Zaten okuduklarını hatırlamıyorsun, neden hâlâ okumak için bu kadar uğraşıyorsun ki?”. İnceden dalgasını geçti. Babamın bu esprisi (ben böyle hatırlamak istiyorum), yıllarca bana da malzeme oldu ama kafamın bir köşesinde ampul gibi hep yandı. Gerçekten hiçbir işe yaramadı mı?

Kitaplardan, şiirlerden alıntı yapan insanlara hayranım. Kitapları yazarı, yayınevi ve hatta ilk baskı tarihiyle söyleyen insanlar hep idolüm olmuştur. Ben yapamıyorum, her seferinde kitaplığımın önünde alıyorum soluğu. Aynı kitapları okusam da bende kalan başkadır. Kitaptan kendi süzgecimden geçen kelime veya fikirleri alır, onları kendi harcım ile yoğurur, kafamda bir yerlere kaldırırım, sonra da sakladığım yeri bulamam. Başka bir şey ararken de dilime gelirler, kullanırım. Sanırım benim kitaba ve okumaya dair algım farklı bir mantık üzerine kurulu.

Üniversitedeyken, kütüphane on günlük hızlı okuma kursları düzenledi. Daha önceleri Melik Duyar’ın setlerinden çalışmıştım biraz, ama bu konuda uygulamanın çok önemli olduğunu bildiğim için hemen gidip kaydoldum. (Adı kurs ya, hakkında bir şey bilmesem de kaydolurdum zaten.)  

Dersler birkaç saat sürüyor, egzersizler yapıyoruz, teoriyi görüyoruz, her şey süper. Çok heyecanlıyım, her gün kelime sayım biraz daha artıyor. Bu arada efsaneleri dinliyoruz; Süleyman Demirel’in nasıl okuduğunu, kimi insanların kitapçıya girip bir iki saatte nasıl birkaç kitap okuyup çıktığını, yirmi dakikada 150 sayfalık kitap okuyan insanları. Hedefim yüksek, büyük hayaller kuruyorum; günde şu kadar kitap, haftada bu eder, ayda bu, yılda bu eder, şu kadar yılda…

Bir gün ders arasında, kütüphanede bir arkadaşımı gördüm. İlk sorum ”Sen dakikada kaç kelime okuyorsun” oldu. “Bilmiyorum ki” dedi. “Gel hesaplayalım hadi” diyerek dakika tuttum, bir dakikada 750 kelime okudu, bu da ortalama üç sayfa ediyor. Orada dondum kaldım. “Sen ne kadar kitap okuyorsun?” dedim. “Pek okumam” dedi. “Nasıl bu kadar hızlı okuyorsun peki?” deyince “Bilmiyorum” oldu cevabı.

Hemen kendimi toparladım, kıskançlık oklarımı cebime sakladım, kibar kibar, “Sen de kursa gel istersen” dedim, “Eğitimsiz bu kadar okuyorsan bir de sistemini öğrensen rekor kırarsın”. Cevap şuydu: “Neden hızlı okuyayım ki? Ben zaten zaman geçirmek için okuyorum, bir de hızlı okursam geçmez ki zaman, ne gerek var ki?” Karşımdaki 1.90 boyunda ve 110 kilo olmasaydı o anda parçalardım sanırım.

Onun motivasyonumu bozmasına izin vermeden kursumu bitirdim. Güzel de bir sonuç elde ettim. Uzun süre de bu sonuçla idare ettim, fakat zaman içinde kitap okuma alışkanlığım zayıflayınca hızım da geriledi.

Çoğu insana saçma, inanılmaz, gereksiz, mantıksız gelse de hızlı okuma teknikleri, sürekli kullanıldığında oldukça verimli bir alışkanlık hâline gelebiliyor aslında.

Son zamanlarda e-kitapları çok duymaya başladım. Her an “hızlı dijital okuma teknikleri” çıkabilir.

Matbaalar nasıl el yazmalarının katili olduysa, internet de matbaaların katili olacak sanırım. Etme bulma dünyası işte.

Bakü’ye ilk geldiğim sene, Rusçayı ilerletmek için bir üniversitenin hazırlık bölümüne gitmiştim. Yabancı öğrencilerden oluşan ilginç bir sınıfımız vardı. Beş Çinli, iki Pakistanlı, bir Nijeryalı, dört Türk. Hoca Azeri, ders Rusçaydı. Çinlilerden biri sabah 8‘de geliyor, en arkaya oturuyor, sıranın altında da atari gibi bir şey açıyor, öğlen bire kadar teneffüs de dahil yerinden kalkmıyordu. Hiç kimseyle tek kelime konuşmuyordu. Kaç ay sesini duymadık. Dil bilmemenin avantajını sonuna kadar kullanıyordu. Başlarda oyun oynuyor sandık, sonra anladık ki kitap okuyormuş. Dijital kütüphanesini yanında taşıyor, her yerde istediği kitabı okuyor. Tabii bu kadar teknoloji oldukça asosyalleştirmiş çocuğu.

Şimdilerde e-kitapları duydukça, dijital kitap okuma aletlerini gördükçe o çocuk geliyor aklıma. Bu teknoloji iyi bir şey mi, kötü bir şey mi daha bir karara varamadım.

Ben şöyle elime kahvemi alacağım, camın önündeki koltuğun köşesine kıvrılıp yaprakları koklaya koklaya, sayfaları çevirerek okuyacağım kitabımı, kütüphanem karşımda duracak, ara sıra karıştıracağım, diye düşünürken bir anda kendimi 1.90‘lık arkadaşım gibi hissettim.

Kitap okurken zevk almalıyım, ne o soğuk camdan okumak derken bir tarafım, diğer tarafım acaba ben de ilk kitabımı dijital mi çıkarsam diye düşünüyor. Bu çelişkiler öldürecek beni zaten.

Neden okunur, nasıl okunur, bir insan hayatı boyunca kaç kitap okuyabilir, okunanların hepsi akılda kalıyor mu, kalması gerekiyor mu, kitapları yüzünden evde kendine yer kalmayınca kitapları bırakıp kendine yeni ev tutan adam nerede şimdi, bu insanlar nasıl bu kadar zaman buluyor okumaya, kafamda çok soru var çook. 

      
  

15 Kasım 2011 Salı

Lego Felsefesi


Uzak Doğu’da ying yang felsefesi vardır. Lise dönemlerimde kolyeleri, bileklikleri pek modaydı. Sokak ağzıyla “Her iyinin içinde bir kötü, her kötünün içinde bir iyi vardır” demek. En küçük çocukların bile diline dolanmıştı bu cümle. Farklı ve çekici bir simge, çocukları bile filozof yapmıştı o zamanlar.

Büyüyünce “diyalektik” kelimesini pek duyar oldum. Bu daha asortik, “zıtların birliği” demekmiş. Yunancadan geliyormuş. Zıtlıkların birliği de kendi içinde didişirken hareketi ortaya çıkarıyormuş.

Bilgisayarın icadında ise sadece 0 ve 1 kodu kullanılmış. Bir bakış açısına göre de 0 “yok” 1 ise “var“ı simgeliyor. Bu da zıtlıkların şahı.

Materyalist dünyadan manevi dünyaya kadar herkesin birleştiği tek nokta ”zıtlık”. Var ve yok. İyi ve kötü. Birbirine muhtaç zıtlıklar.

Kafamın bir bölümünde her zaman bir karışıklık vardır ya; bir şeyler, bir şeyleri kovalar, diğerleri saklanır, kimi zaman kavga çıkar. İşte ara sıra kafamın bu bölümünde çok gürültü oluyor ve en son, sessiz olun diye kapıyı araladığımda, karşıma bu cümleler çıktı. Düşüncelerin her biri bir yana dağılmış, kiminin eli diğerinin gözünde, kimi bir şeylerin altına saklanmış, kimi ortada ben haklıyım, sen haklısın diye çekişme halinde. Baktım öyle “Sessiz olun” diyerek çözülecek gibi değil. Gelin dedim, derdiniz nedir anlatın:

Çok neşeli görünen insanların birçoğu, aslında içlerinde derin bir hüzün yaşayanlardır. Çok vurdumduymaz görünenler ise birçok kişiden daha ince düşünceli ve hassastırlar. Her şeyle dalga geçen insanlar, tam aksi, her şeyi çok fazla ciddiye almaktan yorulmuş olanlardır. Çok güçlü görünenler zor ayakta kalabilenlerdir. Tabii bunlar herkes için geçerli değil, ama genele bakıldığında çoğunluğa sahip karakterlerdir. İnsanların hayatla baş etme yöntemleri, denge kurmaktan geçer. Denge kurmak için ise zıtlık lazımdır.

Bir şeyleri kapatmanın en güzel yolu, tersiyle örtmektir.

Hayatlarında çok büyük problemleri olmayan insanlar, mutsuz olmak için sebep ararlar, hayatları zor ve problemli olan insanlar ise mutlu olmak için neden ararlar. Çünkü ikisi de tek başına yaşanılamaz. Değeri olmaz.

İnsan ilişkilerinde, özellikle de evliliklerde bu zıtlık çok daha belirgin olabiliyor. Karakterleri zıt insanların ilişkileri çok fırtınalı geçiyor ama yine de diğerlerinden daha sağlam olabiliyor. Çünkü birinde olmayan özellikler diğerinde var. Bu birkaç anlama gelebiliyor, öncelikle birçok konuda fikir alışverişi yapıp, bakış açılarını geliştirebiliyorlar. Birbirlerinin sevmedikleri özelliklerine sabrederek, hayata sabretmeyi öğrenebiliyorlar. Farklı görüşlere karşı daha anlayışlı olmayı öğreniyorlar. Tartışmayı öğreniyorlar. (Tartışmak çoğu zaman negatif algılansa da ilişkileri daha canlı tutan bir mekanizma olabiliyor.)

Birbirini tamamlayan parçalar, çoğu zaman dişlidir.

Çocuklara ilk alınan oyuncaklardan biri de legolardır, çünkü zekâyı en çok geliştiren oyuncaklardandır. Kimse bunu fazla irdelemez, çoğu kişi de parça sayısı çok olduğu ve sökülüp takıldığı için oyun alternatifinin fazla olduğunu düşünür. Oysa ana mantık, “var” ve “yok”un birleşmesidir, tıpkı bilgisayarın icadındaki gibi.

Zıtlıkların birleşmesinden parçalar üretilmektedir. Çocuklar daha beyinleri gelişirken öğrenirler bu felsefeyi, mantığı, sistemi, yöntemi artık kim ne isim koyarsa... Beyinleri bir süre sonra bu mekanizmayla çalışmaya başlayınca hayatı daha kolay kavrayabilirler. Her lego parçasını birleştirdiklerinde, onlar farkında olmadan beyin bir kere daha anlar; birbirine ters iki parçanın nasıl bir araya geldiğini ve bundan ortaya neler çıkabileceğini.

Maddeden duyguya, insandan yaşam felsefesine kadar dünya üzerindeki her şey, ama her şey zıtlıklar üzerine kurulu. Bu konuyla ilgili verilebilecek binlerce örnek var. Buraya kadar tamam, zaten bunları herkes biliyor da bilmek ne fayda sağlıyor.

Diğerlerini bilemem ama bunları bilmek, çok sıkıştığım zamanlarda işime yarıyor. İçinden çıkamadığım kötü bir olayla karşılaşınca “Her hayırda bir şer, her şerde bir hayır vardır” diyorum. Çok kötü olduğunu düşündüğüm biriyle karşılaştığım zaman, bu insanın da içinde bir yerlerde iyi biri vardır diye umut ediyorum. Yağmur olmasa gökkuşağı olamaz diye düşünüyorum.

Son olarak, dünyada bu kadar kötü olay yaşanırken, bir yerlerde bunları dengeleyecek kadar güzel bir şeylerin yaşandığını, sadece bizim bunları duyamadığımızı hayal ediyorum.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Misafir Terliği..


Zamana “Sen dur, ben geçerim” deyip istediğimiz bir yerinden geçebilmek mümkün değil midir acaba? “Yaşlanıyor muyum” sorusu ruhun mu, yoksa bedenin sorusu mu ve bu sorunun bir yaşı var mı?

Oyun yaşındayım, sokaktayım, çocuklar zar zor beni takıma almışlar, hem de kaleci yapmışlar. Maçın en heyecanlı bölümü, kız olduğum hâlde kaleci olabilmenin haklı gururu içindeyim ve o an annemin sesi geldi: “Kızlar kek yaptım size, hadi gelin de balkonda çay içelim”.

Ertesi gün, evcilik oynuyoruz, tam anne,baba, çocuk seçmesi var. Küçücük evimizden yine annemin sesi ve yine aynı kek. “Allah’ım bizim balkondan nefret ediyorum!” Mecbur çıkarsın yukarı, millet aşağıda oynarken sen balkondan onları izler, annenle çay içer ve kek yersin. Annemin yüzünde, tabii o zaman anlamadığım bir mutluluk ifadesi. Bir balkon, kek ve çay insanı neden bu kadar mutlu edebilir ki sokakta oyun oynamak varken.

Tabii şimdi şimdi anlıyorum, kadıncağız evinin işini bitirmiş, bizimle zaman geçirmek için de bize kek yapmış. Zaten bizim düzenimiz bozulmasın diye hayatındaki bütün aktivitelere mola vermiş, kimseyle görüşmüyor, tek zevki bu. Bizim arkadaşlarımız var, ama onun yok. O zamanlar bunu anlayabilmem mümkün mü? Keşke şimdi zamanımız olsaydı da keki ben yapsaydım.

Gençken, bu sefer de bayram telaşı, temizlik, pasta börek, bayram şekeri, misafir terliği… Bir koşturmaca bizim evde. Koşturan da hep annem yine. Bende şartlar arifeden başlıyor. Bir yere gitmem, misafir gelirse çıkmam, kahve yapmam, çay vermem. İçimden de “Kimse gelmese de akşama kadar yatsak” diyorum.

Bir de dalga geçeriz. Deli mi bu insanlar, ben sana, sen bana, birlikte diğerine. Oyun oynar gibi ev gezmesi yapıyorlar. Aynı gün içinde birbirlerine gidip geliyorlar. Daha da komiği, nasılsınız seremonisi. Herkes oturur:

– Nasılsınız?
– İyiyim teşekkür ederim, siz?
– Çok şükür…

Kısa bir sessizlik, kombinasyon değişir, bir yandaki diğerine:
– Nasılsınız?

Yahu daha iki dakika önce sordular, cevapladılar, sen sorana kadar fenalaştı mı ki? Sonra hava muhabbeti, sağlık, siyaset ve kalkma zamanı geldi.

Üç kurbandır Bakü’deyiz. Bayram, bayram gibi değil. Yatıyoruz ama hiç zevkli olmuyor. Bu bayram Hakan dedi ki “Herkese bayramcı gideceğiz”. Hemen atladım, “Ben de öyle düşünmüştüm, bu sefer adam gibi sarmalı, börekli, şekerli bir bayram geçirelim”. Kayra’nın da ilk Kurban Bayramı zaten. Gidelim, gelsinler.

Bayram temizliği yaptık, bayram şekerleri aldık, misafir terliklerini hazırladık. Misafir terliği gerçekten önemli bir şeymiş. Ortalama numara alınacak, koyu renkli olacak. Erkeklere kolay da kadınlara hâlâ bulamadık istediğimiz gibi, çok ayıp oluyor.

Kayra’yı uyuttum, gecenin bir yarısına kadar yaprak bile sardım, ne zor şeymiş o. Saatlerce sar, iki dakikada bitiyor, hiç akıl işi değil.

Velhasıl biz bu bayram eski usul hazırlık yaptık. Bayram sabahı güzel bir kahvaltı organize ettiler, el öpüldü, harçlıklar dağıldı. Kayra ilk bayram harçlığını aldı.

Güzel geçirdik ama eskisi gibi olmadı. O şikâyet ettiğim bayramlar gibi olmadı. Sanırım bundan sonra da olmayacak. Yenilerin ayrı bir havası olsa da eskisi gibi olmayacak.

Son zamanlarda, ufak tefek şeyler üzerinde düşünürken yakalıyorum kendimi. Bazı kelimeler beynimde çok fazla dönüyor. Bana bir şeyler anlatmaya çalıyorlar ama anlayamıyorum. Sanki bir çizginin ortasındayım, ayağımın biri bir tarafta, diğeri karşı tarafta.

Bir tarafta gelenekçi, ufak tefek ince kuralları düşünen, oturma adabından kalkma adabına, yemek adabından konuşma adabına, misafir adabından gezme adabına, çocukla konuşma adabından yaşlılarla konuşma adabına kadar irdeleyen, sorgulayan biri var. “Adap” kelimesini çok seviyorum. Neyin nasıl yapılması gerektiğini, usulünü simgeliyor sanki. Saygılı bir şekilde nasıl yaşanması gerektiğini anlatıyor.

Diğer tarafım soruyor? Gerçekten gerekli mi? Şu modern (!) ve hızlı yaşanan dünyada, bu çizgisiz kurallar, yoktan yere zaman ve enerji mi kaybettiriyor bize. Sabrımız mı yetmiyor, bunları düşünüp uygulamaya. Yoksa bencilleştik mi. Sanki daha bireysel, kendi evimizin içinde, kendi hâlimizde yaşıyoruz. Bu tür ince davranışları angarya olarak görüyoruz. Hatta bu tür hareketlerle karşılaştığımızda oldukça şaşırdığımız bile oluyor.

Ben utanıyorum. Bilip de yapmayı beceremediğim için utanıyorum. Belki de biraz daha yaş almam gerekiyor. Şu anda elimdeki yaş sadece farkına varmamı sağlıyor. Bir iki yaş daha aldığım zaman neler yapacağım neler…

Bu yaşlarımda, bir gün gelecek, ben de anneannem gibi “Çocuklara harçlıklarını işlemeli mendil içinde vereceğim!” diye hayal ederken, diğer tarafım, artık zamane çocuklarının, içinden parayı alıp anlam veremedikleri işlemeli mendili tekrar elime tutuşturacaklarını söylüyor.  

9 Kasım 2011 Çarşamba

Kim Çok iyi Fal Bakabilir?

 Rus edebiyatının en büyük özelliklerinden biri, karakter sayısının fazlalığıdır. Hatta bazı yazarların karakterleri için fihrist hazırladığı bile söylenir. Düşünüyorum da bu kadar fazla karakteri hayal edebilmek için insanları ne kadar iyi tanımak gerekiyor acaba? Peki, insanları iyi tanıyabilmek için ne gerekiyor? Çok fazla insanla tanışmak mı, sadece gözlemlemek yeterli olur mu, yoksa sadece çok okumak kâfi midir?
   
O devri bilemem ama bu devirde artık o kadar çok karakter analiz metodu var ki.
Hatta kişisel gelişim sektöründe de bu konuyla ilgili birçok kategori vardır. Her birisi de kendine göre ciddi uzmanlık alanlarıdır. Sadece ”iş başvurusunda giyim” konulu bir seminere katılmıştım, tam dört saat sürmüştü. Ciddi anlamda eğitim almış bir kişi, ince detaylardan, karşısındaki insanın genel karakteristik özelliklerini çok rahat çıkarabilir.

Giyim tarzı, vücut dili, el ve yüz hatlarının yapısı, konuşma tarzı gibi özellikler, sizin ilk başta, karşıdan bilgi almadan fikir sahibi olmanız için oldukça yeterlidir. Hatta karakterin nerdeyse yarısına yakınını bu şekilde tahmin edebilirsiniz bile. Konuşmaya başladıktan sonra da ismi, burcu, mesleği, aile yapısı gibi genel bilgilerle bazı özelliklerini belirlersiniz. Sohbet biraz ilerledikten sonra, sık kullandığı kelimeler, anlatım tarzı, bahsettiği konular, kendisine ters gelen düşünceye verdiği tepki, şartlanmalarının olup olmaması, yemek konusundaki fikirleri, hayata bakış açısı gibi biraz daha özel bilgilerle karakter analizinizi tamamlayabilirsiniz.

İşte bu yöntemler, daha çok insanlarla çalışan meslek sahiplerinin kullandığı en pratik kurallardır. Pazarlamacılar satış sırasında kullanırlar. Ayrıca toplantı stratejilerinde çok işe yarar. Mesela önemli bir iş toplantısında karar verilmesi gerekiyordur, katılanların özellikleri bilindiğinde ortam kontrolü daha kolay sağlanabilir. Profesyonellerin hepsi bu bilgilere sahip olduğu zaman, kim bu bilgileri daha iyi kullanırsa o daha etkili olur tabii.

Bu analiz, yeni tanıştığınız bir insanla ileride hangi seviyede görüşüp görüşemeyeceğinize karar vermenizi sağlayacak kadar işe yarayabilir. Ancak kişisel ilişkilerde işin içine duyguların girmesi, insanların gözlerini bulanıklaştırır. Bazı insanlar, sadece kendilerine odaklı oldukları için, ilişkilerini karşı tarafı çok fazla önemsemeden sürdürürler. Bu noktada işin içine psikoloji girer.

İnsan psikolojisinin genel başlıkları vardır. Bunlar, aynı olaya, farklı karakterlerin verdiği tepkilerin kategorileştirilmesinden oluşur. Kimileri devamlı savunma halindedir, kimileri saldırı halinde. Kimilerinin egosu tavan yapmıştır, kimileri ise devamlı kendini aşağılar. Olaylara verilen tepkilerin büyük bölümünün, o andaki durumdan ziyade, geçmişteki bir olayın oluşturduğu zeminle ilgisi vardır.

Asıl merak edilen şudur. Bütün bunların eğitimini almış, hepsinde uzmanlaşmış, karşısındakileri çok iyi analiz edebilen bir insan neler yapabilir? Bence çok iyi fal bakar ya da iyi roman yazar.

Bu özellikler belirli iş alanlarında kesinlikle çok işe yarar, fakat kişisel ilişkilerde bu tür bir analize gitmek çok da mantıklı değil. Sadece, uzak durulması gereken insanları önceden sezmeye yardım edebilir. Eğer duygusal bir karaktere sahipseniz ve karşınızdakinin her zaman gördüğünüz ve düşündüğünüz gibi olduğunda ısrarcıysanız yapacak bir şeyiniz yoktur zaten.
  
Her insanın içinde bir ”kör nokta” vardır. Bu nokta, insanın kendisi için tanımladığı karakter ile diğer insanların gördüğü ve düşündüğü karakterin farklı olduğu noktadır. Çoğu insan kendini çok bonkör görürken, diğerleri cimri olduğunu düşünüyordur veya kimi kendini çok mütevazı zannederken, diğerleri onun kendini beğenmiş olduğunu düşünüyordur.

İnsanların bir ömür birlikte yaşadığı “kendini” tanıması bile çok zorken başkalarını tamamen çözebilmesi imkânsızdır. Başkalarını tamamen çözmek gerekli midir acaba? Bu sadece, tanımadan yargılama gibi kötü bir huya sahip insanlar için böyle olabilir.

Hayatta SEVGİ denilen faktör yutan elemandır. Her şeyi içine alır. Kendi rengine boyar. Bir şeyi bilmek, sadece onu olduğu gibi kabul etmeyi kolaylaştırır ve biraz daha esnek düşünebilmeyi, empati kurabilmeyi tetikleyebilir ancak. Kişisel hiçbir ilişki için strateji düşünülmemeli.
  

5 Kasım 2011 Cumartesi

Ondan Habersiz Sakladım..

      O kadar yorgundum ki kendimi yatağa zor attım. Uyku akan  inatçı gözlerimi kapattım ama kapanmadılar. Bir türlü uykuya dalamadım. Her gözümü kapatışımda, fotoğraftaki kız geldi gözümün önüne nedense.

   2004 Yılıydı. Birkaç günlük ‘Liderlik ve Yöneticilik’ kursu için Ürgüpe gitmiştik. Kurstan sonra da gelmişken biraz dolaşalım dedik. Üzerimde takım elbise, ayağımda Arnavut kaldırım taşları ile senin benim kavgası yaptığımız topuklu ayakkabılarım, omzumda ağır bir çanta, tabiî ki elimde fotoğraf makinem, ara sokaklardan, yokuş yukarı çıkmaya çalışıyorum. Sağ tarafımda, kaldırımın hemen kenarında, kapısı kaldırımın içine yerleşmiş küçük bir mahalle bakkalı.

Sağa sola bakınırken  birden kafamı  kaldırdım, karşımda küçükken büyümüş bir kız çocuğu duruyor. Kocaman gözleriyle biz yabancılara bakıyor. O anda refleks olarak parmaklarım makinenin düğmesine gitti. Sonra birkaç tane daha  fotoğraf çektim.

Ben gülümsedim, o gülümsemedi. İkimiz de konuşmadık. Karşıdaki avlu kapısında, mahalle kadınları yere oturmuş çene yapıyorlardı. Muhtemelen annesi de onlardan biriydi. O da bakkala meyveli buz almaya gelmişti. Şalvarı ve oyalı yemenisiyle kendine, köyüne, yöresine, ailesine hastı. Üzerindeki  elbisesi  onun günlük sokak kıyafetiydi sanırım.

 Üzerinden 7 yıl geçmiş. Bu fotoğrafın üzerine, farklı yerlerde binlerce fotoğraf çektim. Bir sürü  çocuk fotoğrafı da çektim ama yine de benim kahramanım bu fotoğraf oldu her zaman.
 
   Yazılarımı yazdıktan sonra, yazının ruhunu tamamlayacak fotoğraf arıyorum. Bazen kafamda bir fotoğraf oluyor pek uğraşmıyorum, bazen de saatlerce arşivimi tarıyorum. Bazı  zamanlarda da doğru fotoğrafı bulmakta  oldukça zorlanabiliyorum. Kimi fotoğraf tutkunları dikkatli incelediğinde aradaki bağlantıyı kurabiliyor, bazılarına  anlamsız gelebiliyor, kimilerinin ise hiç dikkatini çekmiyor.

   Bu sefer durum ters oldu. Bu fotoğraf, ruhuna uygun bir yazı istedi benden.

Yıllardır ara sıra albümleri karıştırırken,  şak diye karşıma çıkar. Bir süre durur izlerim. Kimi zaman elindeki parayı tutuşuna, bileğindeki boncuklara, gömleğinin kolunun fırfırına bakarım. Bazen hayatını hayal ederim, bazen de  bakışlarında ki anlamı çözmeye çalışırım. Her seferinde de farklı hikayeler tasarlar. Onun için  farklı hayat hayalleri kurarım.

    Çocuk ve yaşlı fotoğrafları özeldir. Çünkü en canlı, en  saf, en anlamlı ve konuşan gözler onlarda vardır. Her zaman gerçek bir şeyler anlatırlar.

     Yaşlıların yüzlerindeki kırışıklıklardır fotoğrafa derinlik katan. Bayılırlar fotoğraf çektirmeye çünkü artık dönüş yolundadırlar ve bu dünyaya kendilerine ait bir parça bırakmak isterler. O fotoğraf, onlara ‘siz gitseniz bile, unutmayacağız sizi’ demektir. Şöyle bir etraflarını düzeltirler, hafif de utangaç ‘ istemiyorum yan cebime koy’ tavrında   ‘ iyi hadi çek bakalım’ derler. Bayılırım onlardaki o ifadeye. En ağırının, sert karakterlisinin  bile fotoğrafı, hafif heyecan kokar.
 Bazıları ise fotoğraf çekildikten sonra ağzının içinde sessizce  ekler ’ ben ölünce bol bol bakarsınız artık’ diye.

      Çocuklar ise cam gibidir karelerde. Ben inanıyorum ki bu işte uzman biri kesinlikle  o bakışlardan  analiz yapıp, o çocuğun gelecekteki karakterini çözebilir. Erkek çocukları genelde yaramaz ve hareketli çıkmak ister fotoğrafta, kızlar ise güzel ve şık. Ne kadar poz vermeye uğraşsalar da, gözlerindeki o çocuk ifade, merak, ışık, şaşkınlık, masumiyet değişmez.

   Fotoğraflardaki yüzler. Profesyonel haberciler bu küçük sırları bildikleri için çoğu önemli ve dikkat çekmek istedikleri haberler de çocuk ve yaşlı fotoğraflarını öne çıkarırlar. Haber unutulsa bile o yüzler, bakışlar asla unutulmaz.

  Belki de harcanan çabanın nedeni giderek azaldığı düşünülen masumiyetin, yeni doğan her çocukla birlikte tazelendiğidir. Hayatın yerinde durmadığını anlatan ise yüzdeki kırışıklıklar dır. Birinin bakışlarındaki ve tenindeki yaşanmışlığı, diğerinin  ışığı, merakı ve enerjisi  dengeliyordur. Kim bilir dünyanın dengesi belki de bu şekilde kuruluyordur.

   Çocukların ve yaşlıların mutsuz olduğu ve fotoğraflarındaki ışığın kaybolduğu bir dünya da kim mutlu olabilir ki?

    Fotoğraftaki kızı tanımıyorum, adını bilmiyorum, hayatımda bir daha görmedim, onu hiç aramadım ama onu çok seviyorum. İsteseydim bulmakta da zorlamazdım ama istemedim onu bulmayı.
   
      Çünkü ondan habersiz, onun bakışlarına  bir dünya sakladım.          

2 Kasım 2011 Çarşamba

Kokulu Kelimeler...

     Bazı kelimeler vardır, arkasından diğerlerini de sürükler getirirler. Hepsi birleştiğinde ise kelimeler yok olur, yerlerine güzel bir resim gelir. Fonda hafif bir ses, burnunuzda ise kelimelerin kokusu kalır. Saniye de zaman içerisinde bir yolculuk yapar ve hayatınızda geçmişe, o kokunun karesine gidebilirsiniz.
    
     Kimi zaman bir mutfakta güzel bir kutu gördüğünüzde,  tarçınlı kurabiye kokusu gelir burnunuza. ‘Kurabiye kutusu’  kelimelerden öte anlamı olan bir cümledir sanki. 

Küçük bir çocuk için, boyunun bir türlü yetişemediği mutfak tezgahının en uzak köşesinde bulunan, ağzı kapalı olduğu için, içinde ne kadar kurabiye olduğunu kestirtemediği bir kutu, o an için hayatının en büyük hedefi haline gelebilir. Boyundan büyük bir sandalye takır tukur sürüyerek çekilir, büyük bir çabayla üzerine çıkılır, belden yukarısı tamamen tezgah üzerine yapışacak şekilde kutuya uzanılır. İçi her daim dolu olan fakat çeşiti sürpriz olan kurabiyelere ulaşılır. Daha bitmedi; sıra da süt var. Aynı sandalye, yine aynı usul çekilir, bardağa ulaşılır, ulaşılamazsa da sorun değil, kutusundan da içilir süt.
 Buz gibi süt ve yanında da kurabiye. Kim bilir şansı yaver giderse bebekli veya arabalı, ayıcıklı kurabiyeler de olabilir. Nedense onları yemesi daha zevkli olur. Önce ayıcığın kulağından başlanır, ya da ayaklarından. Anatomik olarak, parça parça yenir. Göbek kısımları da hep en sona kalır.
  
    Bayram denilince de ilk buruna gelen, temizlik kokusudur sanırım. Misafirin gelip gelmemesi, evin temiz olup olmaması sorun değildir. Bayramdan önce yapılan en son temizliğin adı ‘Bayram Temizliğidir’. Halılar balkona atılır, perdeler yıkanmak üzere çıkarılır, evde her an taşınılıyormuş havası yaratılır. Her köşeden ayrı gelen buram buram deterjan kokusu, ev pis olsa bile yine de temizliğin adıdır. Tabi kafası bir şeylerle sarılı, ortada vızır vızır koşturan, yorgun ama azimli bir kadın resmini de   bu ‘Bayram Temizliği’ karesi içerisinde unutmamak lazım. 
 (Bugün Kayra böyle bir kare içerisinde akşama kadar ortada gezdi. Her şey kaldırıldığı için öğle uykusunu mama sandalyesinde uyumak zorunda kaldı ama memnundu ki her zamankinden uzun uyudu. Ya da sıkıldığı için uyudu kim bilir. Bir ara içeride deterjan kokusu olduğu için hırkasıyla birlikte balkonda buldu kendini. Gülümseyerek yüzüme bakıyordu.)

    Salep kelimesi, yağmuru da beraberinde çeker getirir, bizim evde. Dışarı da puslu bir hava ve yağmur varsa eğer, hemen salep yapılması gerekir. Sıcacık salepinizi alırsınız elinize, camın önüne oturur, hem yağmuru izlersiniz hem de dışarıda kaçışan, koşturan insanları. Burnunuzda salep ve üzerindeki tarçın kokusu.Evde yağmura yakalanmanın en güzel tarafıdır bu kesinlikle.
Tabi ki 'Arabada yağmura yakalanma' resmi de var elimiz de. 

  Ilık bir gece, dışarıda hafif yağmur, öndeki araçların kırmızı fren ışıkları, yağmurun ıslattığı ön camda, etrafa bulaşmış. Derinden gelen hafif bir müzik. Herkes sessiz. Yol hiç bitmesin, hiç bir yere dönmeden, upuzun gidelim duygusu hakim herkeste. Ortamda ıslak kokusu...   

    Aralık ayı, kar, soğuk, mandalina, örgü sepeti, yün, şiş, battaniye, çay, çekirdek, ve tv. Çoğu kadının hayalidir bu. Dışarıda lapa lapa kar. Her yer tatil edilmiş. Ev bir türlü ısınmıyor. Örgünü alırsın, kareli battaniyeyi dizine çekersin, yanında da çaydanlık. Bir taraftan tv izlersin bir taraftan örgü örer çay içersin. Ama tek başına zevkli olmaz, birde kız kardeş lazım battaniyenin altına. Böyle bir resimde burnumdaki koku kesinlikle mandalina kokusudur. Bu en aptal ama en zevkli kar tatili hayalidir. Örgü örmeyi beceremem ama sırf bu kare için kesinlikle bir sepet yünüm ve şişlerim vardır.  Erkekler bu resimdeki yün ve şişi meyve ve çekirdekle değiştirebilirler aslında.

   Kokulu kelimeler. Sihirliler. Son zamanlarda Kayrayla hayatımız da her şey sihirli. Kayranın sihirli çorbası, Kayranın sihirli oyuncakları, Kayranın annesinin sihirli ekmekleri. Bir sürü hikayemiz var, hepsi de sihirli.

‘Sihirli’ kelimesinin ise kokusu yok, sadece sesi var. Aynı yerde asılı, bir sürü minik kristalin, hafif rüzgarla birlikte, birbirlerine çarptıklarında çıkardığı ses sihrin sesi işte.

   Biz ilk önce resimlerin içerisinden geçiyoruz, yaşayarak. Geçerken de etiketliyoruz kareleri.

   Kimileri  olumlu, eğlenceli, pozitif, lezzetli etiketlemeyi tercih eder.Bir süre sonra onların karşısına böyle sihirli kelimeler gelir.  Kimileri ise… 

Siteden yapılan alıntılar tek koşul altında izin kapsamındadır: Alıntı yapılmadan önce izin alınmalı,alıntı yapıldıktan sonra, sitenin adresi görünür ve okunur tarzda yazılmalıdır. İzinsiz ve kaynak belirtilmeden yapılan alıntılar, özellikle de yazıların başka isimler altında yazılmış gibi gösterilmesi,5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
 
Powered by Blogger