Sayfalar

30 Ekim 2011 Pazar

Mürekkebin Teslimiyeti...

     
İnsanlar çoğu zaman o kadar alışıldık yaşıyorlar ki. Farkındalıkları körelmiş  ve sadece mekanik.Bu hızda yaşarken yerden kalkan toz yolları bulanıklaştırıyor.

  Nesneler  hareketli yaşam içerisinde insanların işlerini kolaylaştırmak için sadece birer araçtırlar ama zamanla; kullanım süresine, kullanan insan veya gruplara, kullanıldığı yere göre öyle bir ruh kazanırlar ki, bazen onlara sadece eşya demek haksızlık olur.

   Kalem, sevgilisi mürekkep ve onların eşsiz uyumundan ortaya çıkan çocukları yazı. Yazının yaşadığı mekân ise kağıt. Birçok eser vardır kalemin ağzından, kendi hayat hikâyesini anlatan.
Kamışın sazlıktan nasıl toplandığıyla başlar, nerelerde (İnek pisliğinde) pişerek sertleştiğini, ucunun nasıl düzeltilip VAHŞİ ve ÜNSİ’nin nasıl ayrıldığını anlatır.

Ya mürekkep, o hep gizli kahramandır. Aslında görünen odur ama o her zaman kendini yazıya feda eder.
Dev mumların isleri, üzerine koyulan camda nasıl birikir, arap zamkı nasıl elde edilir ve birlikte nasıl dövülürler. Yüz bin havan tokmağı, ne bir eksik ne bir fazla. İçerisinden alınan ise birkaç sayfalık mürekkep, sonra yolculuk LİKA’nın (ham ipeğin) mürekkebi bütün hücrelerinde hissetmesiyle devam eder gider ve en son doğum anı, kalemin mürekkeple buluşması ve mürekkebin teslimiyeti.

 Bazen kağıdın, kalemin, mürekkebin çabasını görmek bile yazıya saygı göstermek için yeteli olur. Ki bu yazının en eskisi, en süslüsü, en muhteşemi, anlamayanı bile baştan çıkaran inceliğiyle Hat Sanatıdır.
Hat hocası öğrencisine bir dua yazar, öğrenci gider ve bir hafta bunu taklit etmeye çabalar gelir, hocası düzeltir tekrar gider, gelir-gider, gelir-gider ve bazen bu bir yıl kadar sürer. Bir yılın sonunda hocası yeteneği olduğuna karar verirse eğer, ders o zaman başlar. Çoğu insana bu ne kadar inanılmaz geliyor, kimine ise gereksiz, uzun.

Aslında amaç hat değildir, amaç öğrenciyi öğrenmeye hazırlamaktır. Öğrenci, öğretmeninin bu dünyaya imza attığı kalemidir. İyi öğretmen, imza atmadan önce kaleminin ucunu açar, onu düzeltir, ŞAK ve KAT eder ki kalem mürekkebi tutsun. Kamışın, mürekkebin, yazı için sabırla hazırlandığı gibi öğretmen de öğrencisini sabırla hazırlar, Hat için değil hayat için. Sabırdır asıl olan. İşte sabrın yok olmasıdır, bu çabanın nedeninin anlaşılmazlığı.

Yazı, öğrenmenin elbisesidir. Öğrenilenler bu kıyafetle girer beyinden içeri ve bu kıyafetle çıkar dışarı. Hat sanatı ise yazıya gösterilen saygıdır, sabırdır, hayat dersidir.

Eskiden masallarda, hikayelerde anlatılan bilgeler olurdu. Onlar şimdiki zamanın yaşam koçlarıydı. Öğrencilerine  hayatlarında klavuzluk ederlerken, onlara sen şunu bunu yap ama onları sakın yapma gibi komutlar vermez bunun yerine, kimi zaman kendilerine göre farklı yöntemlerle kimi zaman da , özel sanat dallarıyla eğitim verirlerdi. Hat , ebru , tezhip ,kaatı  gibi.
 Bu sanatların hepsinde ortak olarak ilk öğretilen sabırdı. Bu özellik zaten diğer kuralları öğrenmek için gerekli ilk kuraldı. Tıpkı hayatta başarılı olmak için gereken en büyük yeti olduğu gibi. İşe başlamadan önce saatlerce belki günlerce, haftalarca sadece gerekli malzemeleri hazırlarlardı. Bu şekilde de yaptıkları sanatın asıl felsefesinin, hayattaki yansımasını görür, öğrenirlerdi. Yıllar sonra hocaları tamam dediğinde  el verirdi, bir nevi ruhsat. Bu aynı zamanda 'Hayata da hazırsın' demekti.
Hayatı o kadar özenle, sakin, saygıyla, hazmederek ve huzur içerisinde yaşarlardı ki diğerlerinin etkilenmemesi mümkün değildi. Ama herkes yapamazdı bunu. Onlar bu yüzden kıymetliydi zaten.
 Eski elyazmalarının çoğunda yazarının ismi bulunmaz, ikinci üçüncü kopyayı yazanın ismi bulunur, kenarda köşede, zor görünecek şekilde. Çünkü onlar bu terbiyeyi almış insanlardı. ‘Ben, Benim, Ben yaptım’  kelimelerini en büyük saygısızlık kabul eder, isimlerini yazmaya utanırlardı.

Bu şu devir için ne kadar ütopik geliyor. Bu kadar hızlı tüketen, koşturarak yaşayan ama bir yere varamayan, hep bir çaba ve savaş içinde olan ama o telaş içinde yaşam amacını unutan insanların yaşadığı bir dünya için bunlar gerçekten inanması zor meziyetler.

     Bazen hayattan iki dakika mola isteyipte, nefes alırken, sağa sola bakıyorum (yerden kalkan tozdan) bir an gittiğim yolu göremiyorum. Önce telaşlanıyorum,  sakin düşününce hatırlıyorum ki asıl hayat  içimde. 
Bilgeler  bulamayınca öğrencisi olacak, içimdeki bilgenin peşine düşüyorum ama çok uzaklarda görünüyor, onu bulmak için ömrüm yeter mi bilemem...   

    
      










26 Ekim 2011 Çarşamba

Keçilere Rakip İnekler...

      Otel kavramı; yazarlar, senaristler için çok doğurgan bir konudur. Her tür hikayeye elverişli ortamlardır. Korku filmleri, romantik hikayeler… 


Bir zamanlar en büyük hayallerimden birisi de yol kenarında bir pansiyon açmaktı. Yanında küçücük bir restoranı da olacak. Ben yaşlanmış olacağım, omzumda şal, gelenle gidenle sohbetler edeceğim, ara sıra mutfağa gidip yemek yapacağım, bahçeden domates toplayacağım, kışın da şöminenin başında kitabımı alıcam aşkıma kitap okuyacağım. ( o da muhtemelen uyuklayacak).Belli mi olur, o zamana belki benim de kitaplarım çıkar, bir taraftan da yazı yazarım, geleni gideni romanlarıma kahraman yaparım.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Dağlarda Otel Arıyoruz...

    Tam aksi gibi görünse de, bazen  özgür olmak, kendini teslim edebilmekten geçiyor aslında. Biz kendimizi yollara teslim etmeyi seviyoruz. Plansız, zamansız, telaşsız, bağımsız, kapıya çıkıp, bir sağa - bir sola bakıp sonra da canımızın istediği yöne, yol bitene kadar gidebilmek çok büyük bir zevk . Ben normalde çok planlı, programlı, devamlı listeyle çalışan biriyimdir. Ege tatiline çıkmadan önce bütün yol planlarımız hazırdı ama hiçbiri gerçekleşemedi. Hep canımız nereye isterse o  yola saptık, nerede durmak isterse orada durduk. Bu   yolculuktan önce de ben hala  planlama eğilimi içerisindeydim. Hakan ‘ Gel dedi baştan anlaşalım; plan program yok,  rüzgarın savurduğu yere, özgürce…. Tamam mı? ‘ ‘Tamam… ‘

  Rüzgar bizi Aygır Gölüne ( Bence orası , biz göl demesekte güzel…) savurdu. Aslında sabredip biraz daha yukarı çıksaymışız, Bayburtu tepeden görebilecekmişiz ama bilmiyorduk.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Karlı Aygır Gölü..

  İnsanı yaşatan, hayatı kadar, hayalleridir de. Her ne kadar perdenin bu tarafında görülen, yaşanılan, dokunulan bir hayat varsa diğer tarafında ise bunu tamamlayan hayal gölgeleri vardır. İnsan, ayakta durabilmek için; bir eliyle hayata tutunuyorsa, diğer eliyle de hayallerine tutunmak zorundadır. Herhangi birinden elini çektiği anda tepetaklak olur.

21 Ekim 2011 Cuma

Kayranın Yeşil Masalı Başlıyor....

Trabzon - Uzun Göl

Hayata parantez açtık, araya onbeş günlük süper bir tatil sığdırdık. Aslında sığdırmakta biraz zorlandıkta. Manzaraların içerisinden ip gibi geçen yollara tutunduk, kendimizi farklı hayatların ortasında bulduk. Hiçbir yerde uzun süre kalamadık ama kısacık zamanlara   da çok fotoğraf kaydettik. Onbeş gün de  dört mevsimi birden  yaşadık. Kara dokunduk, yeşili gördük, altın sarısı yaprakların dökülüşünü izledik, saatlerce yağmur sesini dinledik.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Bir oradayız, bir burada...

Bu yazıyı,  Trabzon da ki Uzun Göl kıyısından, küçük ahşap bir otelden yazıyorum. Dün gece, sonunda, uzun zamandır planladığımız, Doğu Karadeniz turumuza başlamış bulunmaktayız. Kayra nın farkında olduğu ilk turu. Bu gezinin amacı biraz da Kayranın gezmesi ve üçümüzün  doya doya birlikte zaman geçirmemiz. Tüm cesaretimizi topladık ve turumuzu arabayla yapmaya karar verdik. Sekiz aylık bir bebekle, arabayla, uluslar arası seyahat her ne kadar korkutucu görünse de denemek istedik. Bakü den Ankara ya kadar oldukça uzun bir rotamız var .
Fırsat buldukça, gezdiğimiz yerleri, ayrıntıları ve fotoğraflarıyla paylaşmak istiyorum. Bunları kısa bir zamana sığdırmadan, sakin ve dinlenmiş bir şekilde, doya doya yazmak istiyorum.
20 saatlik bir yolculuktan sonra ancak bu kadar yazabiliyorum.
En kısa zamanda görüşmek üzere.

3 Ekim 2011 Pazartesi

Hayalleri Parsellesek...

   Üniversite hayatımın bir bölümünde kaldığım yurtta, odam, en son katta, terasın hemen yanındaydı. Terası da kapatmışlar ve etüd salonu haline getirmişlerdi. Ben de birçok tembel öğrenci gibi, geceleri çalışırdım, daha doğrusu çalışmaya çalışırdım. Geceler, ders çalışmakla ziyan edilmeyecek kadar, değerli zamanlardır aslında. (Ders çalışmayı da oldum olası sevmedim zaten) Gece herkes yattıktan sonra, sessizce çıkardım terasa.  Sandalyelerin ayağını gıcırdatmamaya özellikle özen göstererek, camın kenarına çekerdim. O saatlerde mutlaka uykusu kaçan birileri vardır ve birinin ayakta olduğunu duyarlarsa, birbiri arkasına gelirler. Bu yurtların kayıtsız kurallarından biridir sanki. Eğer sessiz olmayı başarabilirsem, otururdum koskocaman camın önüne, dayardım ayaklarımı sıcacık peteğe, sırtıma da bir battaniye, sarılırdım sıkıca. Bütün şehir karşımda.
  

Siteden yapılan alıntılar tek koşul altında izin kapsamındadır: Alıntı yapılmadan önce izin alınmalı,alıntı yapıldıktan sonra, sitenin adresi görünür ve okunur tarzda yazılmalıdır. İzinsiz ve kaynak belirtilmeden yapılan alıntılar, özellikle de yazıların başka isimler altında yazılmış gibi gösterilmesi,5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
 
Powered by Blogger