Sayfalar

9 Ağustos 2011 Salı

Kör Dövüşü


İnsanoğlunun  sahip olduğu çok büyük bir problem var. Beyni, kendi yapısını çözemiyor. Yani insan beyni, insan beyninin yapısını hala çözemiyor. Bence bu tavuk – yumurtada dan daha büyük bir paradoks. Bir de bu öyle bir meret ki ; zamana ,havaya, suya, toprağa, çevre koşullarına göre devamlı değişiyor. Yazık adamlar ‘bir şey bulduk diyorlar’ birkaç seneye kalmadan çürüyor. İşin tuhaf tarafı daha kendi yapısını , çalışma şeklini çözemiyor ama yaşarken de habire birbiriyle yarış halinde. Kör dövüşü gibi. Elindeki malzemeden haberi yok. Ben nasıl çalışırım, ne yapabilirim, ne yapamam, nerede işe yararım, nerde yaramam, çoğu zaman bilemez. Demek ki sadece beynimize güvenerek yola çıkmayacağız.
     

Ama bu da olmaz, onun liderliği olmazsa başka bir yer çalışmıyor. Ne yapmalı ne etmeli minimumda bizi idare edecek bir orta yol bulmalı.
 Ben her zaman için insanın  kullanma klavuzunun kendi içerisinde olduğuna inanırım. Sadece sessizlikte gözlerimizi kapatıp dinleyebilsek çoğu konuda doğru yolu bulabiliriz. İşte bu ses bizi beynimizin çalışma şekline ve öğrenme tipimizin nasıl olduğuna da götürebilir. Kendimizi tanımak, dinlemek, gözlemlemek, bize çoğu konuda büyük ipuçları verir ve bu sayede bizde lidere el feneri tutabiliriz.
    Benim garip bir huyum vardır. Kendimi sanal olarak parçalarım. Bugün kendi kendimi sevmiyorum, bugün kendimle çok mutluyum,  bir tarafım bunu diyor ama diğer tarafım karşı çıkıyor, kendi kendimi özledim, kendi kendimle yalnız kalmalıyım. Aşkım bu cümlelerimi ilk duyduğunda başta pek önemsemedi. Baktı ki bunlar fazla kullanılır oldu, ortada ciddi bir durum olduğunu anladı. En sonunda da ‘Ben anlamıyorum, biz, kendimle hep birlikte geziyoruz, siz neden ayrılıyorsunuz dedi. Dedim biz de adam çok. Ben bunun nasıl bir şey olduğunu ona anlatmaya çalışırken elime Elif Şafağın ‘Siyah Süt’ isminde ki kitabı geçti. İşte dedim bak, sadece ben değilmişim bu kadın kaça bölünmüş. Kitapta yedi sekiz tane karakter var, kadının içerisinde ve onların tartışmalarını diyaloglarını anlatıyor. Sevindim, ya deli değilmişim ya da yalnız değilmişim. İşte o içteki dinlenilmesi gereken ses bu karakterlerin tartışmaları veya hep bir ağızdan aldıkları ortak kararlar.
   Çok önceden gittiğim motivasyon kursun da algılamanın, üç çeşit olduğunu öğrenmiştim ilk defa. Görsel işitsel ve  dokunsal. O zaman, bu benim için çok ilginç bir bilgiydi. Her insanda bu üç algılama çeşiti de olurmuş ama aralarındaki oran farklıymış. Evet, belki beynin nasıl çalıştığını en ince ayrıntısına kadar çözemeyiz ama oraya hammaddeyi nasıl göndereceğimizi bilmek bile, bizim için büyük bir adımdır.
   Eğitimlerimiz, hedeflerimiz, hayal ettiğimiz hayatlar, neden bu adar kısıtlı anlamıyorum. Daha farklısını hayal edene ve isteyene, bunun için çaba sarf edene, neden  aptalca bakıyoruz onu da hiç anlamıyorum. Genetik bölümüne gidin yüzlerce hastalık ismi görürsünüz. Ne biliyim ne sendromu, bilmem kaç yüz kişide bir görülür. Neden? Bilinmiyor(kader). Sonuç?  Bu kişi, sıradan insan gibi algılamıyor. Beyni öyle kalıplara sokmuşlar ki, bir iki tel karıştı mı adı hastalık oluyor. Etiketle, yolla vahşi hayata. Ne yaparsa yapsın. Vahşi hayatta ki sıradan beyine sahip insanlar da, kendilerine benzemediği için direk saldırsın,  sindirsin,  etkisiz hale getirsin.
  Bir gün  çok ilginç ama bir o kadar da şahane olay duymuştum. Annenin biri, çocuğunu okula yazdırıyor ve elinde bir dosya hocanın yanına gidiyor. Hocam bu benim çocuğumun dosyası. İçerisinde çocuğun sevdiği şeyler, karakteristik özellikleri, algılama şekilleri, yeteneğinin olduğu düşünülen konular, öğrenme şekli, yani çocuğun öğrenme dosyası. Benim çocuğumu önce tanı sonra eğitim ver. Algılama şekli işitsel olan bir çocuğu görsel olarak zorlayı özgüvenini yıkma. İlgi alanına girmeyen konuda çok fazla ısrar etme. Yeteneğinin olduğu konuda, daha fazla özen göster. Tabi bu ütopya gibi değil mi.
Herkesin, ülke şartlarına, eğitim sistemine göre şartlanmış beyninde ilk akla gelen soru ‘Öğretmen hangi bir çocukla özel ilgilensin, hangi birine yetişsin’  Bence ondan önce sorulacak soru o öğretmen hangi koşulda okudu acaba. En geri aileler, içgüdülerine göre çocuğu fiziksel zararlardan korurlar, aile biraz bilinçlenince psikolojisini de düşünmeye başlıyor ama beyninin zarar görmemesini düşünmek için, bilinç konusunda bayağı bir ilerlemesi gerekiyor. Aile çocuğunu kendi tanıyor mu ki öğretmene tanıtsın. Aile kendini tanıyor mu ki çocuğunu tanıyabilsin.
  Bu kadar bilinmezlik içinde, bu kadar mühendis ne işe yarayacak bende onu anlamıyorum(mühendisler alınmasın ben de mühendisim). Bence önce insan yetişmeli. Kim olduğunu bilmeli, sonra neden mutlu olacağını bilmeli ve hedefini o zaman belirlemeli. Kendi bir işi beceremeyen hiçbir insan, başkasına bir şey öğretemez.
Bu cümleler artık o kadar klasikleşti ki  he diyen geçiyor. Ama ilerleme yok. En azından hayatındaki bir şeylerin yanlış gittiğini düşünen insanlar bunu sorgularken bir şeylere ulaşıyor, anlıyor ama bazen iş işten geçmiş oluyor bazen de ataletlerine yenik düşüp, mutsuzluğu kabul ediyorlar.

5 yorum:

Ege'nin annesi! :) dedi ki...

Merhaba,
Bu yazıda en çok o veliyi sevdim ben bir öğretmen olarak. :)
Keşke bütün anne-babalar çocuklarını o kadar iyi tanıyabilse. Keşke "X şunda çok iyi" dediğimde "Yok canım? Evde hiç görmedik" ya da "X'in şu konuda biraz desteğe ihtiyacı var" dediğimde "AA. O çok iyidir o konuda." cevaplarını almasam mesela.
Pek öyle görünmüyor ama öğretmen odalarında çocukların zeka türleri konuşuluyor aslında :) "Bir türlü anlaşamadık bu konuda" dediğimde, "X şöyle yaparsan daha iyi anlar." diyen bir öğretmen çıkıyor mutlaka.

HAKAYDE dedi ki...

Kesinlikle buna katılıyorum. Dediğim gibi aile kendini tanıyormu ki çocuğunu keşfedebilse. Egolarından kurtulup, çocuğunu da toplum içindeki etiketi olarak görmekten vazgeçebilse, o zaman çoğu öğretmenlerin içindeki enerji daha çok açığa çıkacak sanırım ve daha çok mucizeler göreceğiz.
Yorumununa çok sevindim.Teşekkürler

Tugce Ayhan dedi ki...

Cocugum oldugunda en buyuk cekincem tek odagimin o olmasiydi. Onun herseyiyle iftahar etmekti ulu orta.
Bana kalirsa yeni annelerin pek cok konuda ugraslarinin olmasi, cogunun calisiyor olmasi ve kendi hayatlarinin olmasi bu yeni nesil cocuklarin oldukca isine yariyor. Kendimi hala cocuklu ortamlarda kizimin yaptigi komiklikleri anlatip yada yaramazliklari yada "ne kadar ilginc" oldugunu anlatmak isteginde buluyorum. Arzularima kilit vuruyorum. Her cocuk farkli benimkisi komik digerinin ki cok akilli bir digeri ise cok sosyal olabiliyor.
Ben kucukken hep dusunurdum neden annem " Bak komsunun kizina..." dediginde. Aynisini yapmamak icin elimden geleni yapiyor, kizima tertemiz kendini kendi gibi gosterebilecegi bir ortam hazirlamaya calisiyorum. Ve goruyorum ki artik bir cok anne ayni yolu izlemekte. Ne mutlu, mutlu bir cocuk yetistirmeye calisan bir anneyim diyene!

HAKAYDE dedi ki...

Evet aynen öyle. Anne babalar ne yaparsa çocuklar direk taklit ediyor. anne babalr çocukların hepsinin şahsına münhasır olduğunu kabul edip kıyaslamaktan vazgeçseler, çocuklarda farklılıkları sevmeyi öğrenecekler.

sek güzeli dedi ki...

asıl anlamadığımda kendini tanıdığın için insanların sana tuhaf bakışları , ayıpların bir ifadesi vardır, yanlışların bir ifadesi vardır , topluma aykırı yapılmış davranışların bir ifadesi vardır fakat kendimi tanıyorum karşısındaki ifade gerçekten ifade edilemez bir ifade =)

Yorum Gönder

Siteden yapılan alıntılar tek koşul altında izin kapsamındadır: Alıntı yapılmadan önce izin alınmalı,alıntı yapıldıktan sonra, sitenin adresi görünür ve okunur tarzda yazılmalıdır. İzinsiz ve kaynak belirtilmeden yapılan alıntılar, özellikle de yazıların başka isimler altında yazılmış gibi gösterilmesi,5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
 
Powered by Blogger