Sayfalar

29 Kasım 2011 Salı

Tarih Affeder mi Acaba?

Kafamdaki kütüphane yine birbirine girmiş durumda. Aldığım bilgiyi, bulduğum yere kaydedince böyle oluyor işte. İstediğim zaman aradığım bilgiye ulaşamıyorum. Her yeni bilgiyi aldığımda bağlantısını bulup, kendi kıvrımına yerleştirebilsem süper olacak ama yapamıyorum işte.

Bir de olmazsa olmaz bilgilerin, kıvrım rafları var. Onların da kimisi dolu, kimisi boş. Son zamanlarda hep tarihle ilgili bilgiler lazım oluyor, elimi atıyorum boş çıkıyor. Sağa sola bakınıyorum başka kıvrımlara mı karışmış diye, yok. Kütüphanemde yeterli tarih bilgisi yok demek ki. Beynimin tarihe ait kıvrımları boş bırakılmış, belki günün birinde dolar diye.

Dünyada kötü bir şey olduğunda suç hep Amerika’ya atılır ya, ben de eğitim sistemindeki tarih bölümünde pis bir Amerika kokusu alıyorum. Sanki birileri, “Elinizden geleni yapın, çocukları tarihten nefret ettirin” diye para vermiş. Çocuklar geçmişlerini öğrenmesinler, unutsunlar, büyüyünce de şaşkın tavuk gibi ortada gezsinler, “Biz kimiz, nereden geldik” diye bön bön etraflarına bakınsınlar.

Bazı cesur ve savaşçı öğretmenler buna karşı çıkıyorlar tabii ki ve baskılara rağmen tarihi sevdirmek için tüm güçlerini sarf ediyorlar, ama azınlıktalar sanki.

Tarih dersi bana, gün-ay-yıldan oluşan, kronolojik olarak dizilmiş sayfaların ezberlenmesi gibi gelirdi. Nefret ederdim. Gelen giden tarihi iyi bilmelisin derdi. Doğumlar, ölümler, savaşlar ve tarihleri. Belirli bir döneme kadar tarih bunlar demekti benim için ve bunları neden bilmem gerektiğini bir türlü çözemedim. Zaten ezber en büyük kâbusum oldu hep, bir de üzerine baskı. Kaç Deyyan kaçabildiğin kadar, dedim kendi kendime. Nasıl bir korkuyla kaçmışsam kendimi makine mühendisliğinde buldum. Halbuki benim edebiyatım kuvvetliydi. (Tarih, sen bana neler yaptın!)

Uzun zaman dilimde hep aynı türküyle gezdim. “Tarih, senden nefret ediyorum.”

Yıllar sonra elime, babamın kitaplığındaki Tercüman Yayınları’nın tarihi romanları geçti. Merak ettim. Korka korka kapağını açtım, sonra baktım fena değil, birkaç cilt okudum. Şaşırdım. Benim tarih sandığım şey gerçek tarih değilmiş.

Aramızda sempati oluşmaya başladı. En azından gördüğüm yerde kafamı çevirmiyordum artık. Tanıdıkça da sevmeye başladım.

Öyle bir zaman geldi ki yüzüm yavaş yavaş gelecekten çok, geçmişe dönmeye başladı. Bu sefer geçmişle ilgili öğrenmek istediklerim sayfalar tuttu, ama iş işten geçmişti. Bu zamana kadar yavaş yavaş, hazmederek, ilmek ilmek örerek öğrenmem gereken tarih, dağ gibi karman çorman yığıldı beynimin kapısında.

Bunu da öğreneyim, dediğimi tuttum getirdim kapıya. Hepsinde ayrı ayrı gözüm kalıyordu ama hiç birini bir türlü derleyip toplayıp, düzenli bir şekilde yerleştiremedim kıvrım rafına.

Meğer tarih, aylı yıllı ders değilmiş, bir insan ömrünün öğrenmeye yetmeyeceği kadar büyük bir dünyaymış. Neden kimse oturup da bunu adam gibi anlatmadı bana bilmiyorum. Daha çocukken bozdular aramızı. Aslında çok seviyormuşum ben onu.
(Affet beni tarih!)

Ömrünü tarihe adamış insanlara imreniyorum. Şairlerden sultanlara, ressamlardan filozoflara kadar hangi kapağı kaldırsanız, kitap gibi dökülüyorlar. Onları dinledikçe hem cahilliğimden utanıp küçüldükçe küçülüyorum, hem de iki kelime daha öğrenebilsem deyip ağzım açık dinliyorum.

Bir tarafımda geçmiş var, diğer tarafımda oğlum. Şimdi anlıyorum ki tarih, geçmişin geleceğe emanetiymiş. Benim bu emaneti zamanında alıp, güzelce muhafaza edip, vakti geldiğinde de Kayra’ya vermem gerekiyormuş. 

Kulağımın bir köşesinde buna benzer şeyler, basmakalıp cümlelerle çınlıyor ama ben bunu hiç derinlemesine irdelemedim. Çocuğum olduktan sonra, elimde yeterince verecek emanet olmayınca kafama taş düştü ancak.

Pes etmiş değilim. O büyüyene kadar ne biriktirebilirsem kârdır. Hiçbir şeyim olmasa bile, en azından ona tarihle neden dost olması gerektiğini öğretebilirim.  

Ben emanete, kendi payıma düşen kadar sahip çıkamadım ne yazık ki ama kendi payından çok daha fazlasını omuzlamaya çalışanların emrine amadeyim her zaman. Oğlum için…    
















4 yorum:

hülya dedi ki...

Deyyancım sana katılıyorum sende bilirsin ki benim hafızam çok güçlüdür ama iş tarihe gelince benimde kafama taş düşüyor ( bu lafına çok güldüm )hiç bir şey kalmıyor aklımda.Kendi kendime diyorum acaba yeterince sevip zaman ayırılmadığı içinmi oluyor.

Adsız dedi ki...

Tarih ve coğrafya dersi deyince hocaların hep sırtını hatırlıyorum. Tahtaya yaz yaz sil. yaz yaz sil. Sen deftere geçir. Hiç de o defterler açılıp okunmaz. Ya da sabah saçını taramadan evde çıkmış , isteksizce okula gelmiş, ellerinde bi ağaç dalı sopa niyetine. At arabası süren köylülerin elindekilerden. savaşların tarihini sepebleri ve sonuçlarını ezberlemiş kimin anlayıp anlamadığı umurunda olmayan, anlatıp duran, neredeyse kendileri tarihi eser olmuş hocalar. Bu hocalar yüzünden Tarihe haksızlık ettik.Beyinleri taze, vizyonu yeni gelişecek, şekillenmeye hazır hamur ellerinde, dersaneler de dahil hocaların hepsi bize yazık etti.

HAKAYDE dedi ki...

Hülya abla sen de böyle dersen ben napıyım. İnsanın eşi tarihçi olunca istemese de öğrenmek zorunda kalabilir:) Bence de haklısın sevgi olmadan olmuyor.

HAKAYDE dedi ki...

Adsız hanım:) tespitleriniz süper. Ben ev(blog) sahibi olduğum için her konuya derin derin değinemiyorum tabi ki ayıp olmasın diye ama yorumlarınız yazılarımızı tamamlıyor, teşekkür ederiz...

Yorum Gönder

Siteden yapılan alıntılar tek koşul altında izin kapsamındadır: Alıntı yapılmadan önce izin alınmalı,alıntı yapıldıktan sonra, sitenin adresi görünür ve okunur tarzda yazılmalıdır. İzinsiz ve kaynak belirtilmeden yapılan alıntılar, özellikle de yazıların başka isimler altında yazılmış gibi gösterilmesi,5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
 
Powered by Blogger